30 Mart 2012 Cuma

Duvarlara Can Veren Şehir Gerillası

Birbirleriyle öpüşen eşcinsel polisler, alışveriş sepeti taşıyan mağara adamları, bir demet çiçek atan yüzü maskeli bir gösterici, kitle imha silahı kullanan maymunlar, silahlı bir askeri duvara dayayıp üst araması yapan bir kız çocuğu, Londra Hayvanat Bahçesi’nde fillerin bulunduğu bölümdeki duvarda yer alan,“Dışarı çıkmak istiyorum. Burası çok soğuk. Bakıcı kokuyor. Sıkıcı, sıkıcı, sıkıcı” yazısı, Londra Doğal Tarih Müzesi’nin duvarına güneş gözlüğü takmış, sırt çantalı ve elinde sprey boya olan Banksus Militus Ratus kimliğiyle tanıtılan ölü bir fare resmi... Bu graffitilerin ve burada anlatılamayacak kadar sayısız diğer örneklerin tümü başta Londra olmak üzere birçok Avrupa ile ABD şehrinin ve hatta İsrail’in Filistin’le arasına ördüğü güvenlik duvarının üzerinde yer alan eserlerin konularını oluşturuyor. Her biri sanat eseri değerindeki graffitilerin altında, kimliğini hiç açıklamadan ama dünyanın en çok tanınan “postmodern şehir gerillasının” imzası bulunuyor: Banksy.

Meçhul bir hayalet

Kentleri, yaşayanlarına egemen olmaya çalışan güçlere inat istediği şekilde dekore eden, “Bu işin bir parçası da çeneni kapamak ve insanlarla tanışmamaktır” diyerek gerçek adını hala gizli tutmayı başarabilmiş olan Banksy, ünlü olmayı reddettikçe ününe ün kattı. Esas kimliği üzerine dolaşıma giren rivayetlerin hiçbiri bugüne dek kanıtlanamadı. Bu kanıtlanamamış rivayetlerden en yaygın olanı ise gerçek adının Robert Banks olduğu. Son olarak The Independent gazetesinde yeralan bir makalede ise Banksy’nin adının Robin Gunningham olduğu iddia edildi. Ancak Banksy’nin manajeri bu iddiaya da tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi, “Ne yalanlarım ne doğrularım” diyerek aynı yanıtı verdi. Bu hayalet sanatçının kim olduğu dışında Banksy’nin aslında bir kişi değil, farklı bir sanat grubu olduğuna yönelik iddialar da inanılan yaygın tevatürlerden biri. Kim olduğu bilinmese de hakkında çok sayıda efsane üretilen Banksy hakkında “gerçek” olduğuna inanılan tek bilgi ise kasaplık eğitimi alan 1974 Bristol doğumlu bir İngiliz olduğu ve yıllardır önce İngiltere’nin sonra da dünyanın birçok kentinin duvarlarını graffiti ve resimleriyle süslediği.

Gaz maskesiyle röportaj

Kendisiyle bugüne dek röportaj yapmayı başaran tek kişi olan The Guardian muhabirlerinden Simon Hattenstone’a, yüzünde gaz maskesiyle poz veren Banksy, anne babasının dahi yaptığı işten haberdar olmadığını, kendisini dekoratör ve ressam olarak bildiklerini anlattı. Banksy röportajda şöhret peşinde olmadığını, “Sanırım, önünüzde çirkin suratlarını göstermek için can atan yeterince kendini beğenmiş salak var. Gidip ufak çocuklara büyüdüklerinde ne olmak istediklerini sorun, alacağınız yanıt ‘Ünlü olmak istiyorum’ olur. Sorduğunuzda sebebini ya bilmezler ya da önemsemezler. Ben sadece iyi görünen resimler yapmaya çalışıyorum, kendim iyi görünmeye çalışmıyorum” diye anlattı.

Eserleri onbinlerce dolara satılıyor


Ünü arttıkça diğer graffiticiler tarafından sokak sanatından uzaklaştığı eleştirilerine, “Sanatsa ve sokaktan geçerken görülebiliyorsa, sanırım buna hala sokak sanatı denilebilir” diye yanıt veren Banksy asıl gelirini açtığı sergilerden elde ediyor. Büyük şirketlerden gelen yüzlerce iş teklifini reddeden Banksy aynı röportajda, eserlerinin çok pahalıya satılabileceğini bildiğini ve yaptığı işten para kazanmak istemediğini söylese de adı üzerinden kolay ve çok para kazanmanın da yolunu açtı. Eserlerinin yer aldığı sokaklardaki kiraların artışına bile neden olan Banksy’nin Londra’da resim çizdiği bir duvarı yerinden söken bir uyanık girişimci, internetteki e- bay sitesinde yaptığı açık arttırmada 280 bin Sterlin’e alıcı buldu. Aralarında Angelina Jolie, Jude Law, Christina Aguilera gibi dünyaca ünlü yıldızların bulunduğu hayran kitlesi ise Banksy imzalı eserlere sahip olabilmek için oldukça yüksek fiyatlar ödemiş olan kişilerden sadece birkaçı. Kraliçe Elizabeth’i bir graffitisinde maymun şeklinde gösteren Banksy’nin tablolarının alıcılarından biri de Prens Henry.

Gezgin anarşist

Londra’da başladığı gizemli serüvenine New York’tan Barcelona’ya ve hatta Batı Şeria’ya kadar uzanan dünyanın dört bir yanındaki kentlerde devam eden “gezgin anarşist” Banksy grafitti dışında ekleme kolajlar, çizimler ve bilinen sanat eserlerini modifiye ettiği çalışmalarında her zaman bir mesaj iletmeye çalışıyor. Anarşist duruşuyla sisteme meydan okuyan, esaret ve özgürlük üstüne söylemek istediklerini çizgileriyle anlatan savaş karşıtı, çevre dostu, insan ve hayvan hakları savunucusu, tüketim çılgınlığını eleştiren antikapitalist yaklaşım, kentli insanın yalnızlığı Banksy’nin imzasını taşıyan eserlerin en belirleyici temaları. Banksy, eserlerini sergilediği www.banksy.co.uk adlı internet sitesinde manifestosunu da Emo Philips’in, “Küçük bir çocukken her gece bir bisikletim olması için dua ederdim, sonra Tanrı’nın bu şekilde çalışmadığını anladım. Bir bisiklet çaldım ve her gece beni affetmesi için Tanrı’dan merhamet diledim” sözleriyle açıklıyor.

Eserleri en saygın müzelerde!

Eserleriyle graffitinin kirlilik değil sanat olduğunu öğreten Banksy, sanatı büyük müzelerden ve galerilerden çıkarıp hayatın nabzının aktığı sokaklara, duvarla taşıdı. Gittiği her yerde adeta bir “parmak izine” dönüşen imzasını bırakan Banksy’nin yaptıkları kimilerince “vandallık” olarak adlandırılsa da eserlerini dünyanın en saygın müzelerinde bile sergilendi! 2004 yılında dünyanın en ünlü modern sanat müzelerinden Londra’daki Tate Modern’in yetkilileri bir telefon alır. Telefondaki kişi müzenin bir salonundaki resme dikkatle bakmalarını söyleyerek telefonu kapatır. Söz konusu salona giden yetkililer orada Banksy’nin, müzedeki diğer eserlerden herhangi biri gibi asılmış tablosuyla karşılaşır. Söz konusu tablo beş gündür aynı yerde asılı durduğu halde kimse fark etmemiştir! Gizli kamera görüntüleri de incelenir ve Banksy’nin müzeye ziyaretçi gibi girip tablosunu astığı görülür. Bu eylem, ABD Doğal Tarih Müzesi, Brooklyn Müzesi, New York Modern Sanat Müzesi gibi başka müzelerde de tekrarlanır. Ağustos 2005’te dünyanın en büyük müzelerinden Londra’daki British Museum’u da ziyaret eden Banksy, bir galeriye, taş devrinden kalma bir mağara duvarı resmini gösterirmiş izlenimi veren bir taş bırakır tanıtım kartıyla beraber. Kartta taş şöyle tanıtılmaktadır: “Markete giden ilk insan - Yaratıcısı Banksymus Maximus.” Söz konusu mağara duvarı resminde, bir alışveriş sepetini iten bir insan görülmektedir. Ancak daha da ilginci vardır: Müze yetkilileri bu “çok değerli tarihi eseri” ancak Banksy kişisel internet sitesinde ilan edince fark eder.

“Müze gezenler kendilerini kültürlü hissediyor”

Sanat eserlerinin karanlık müze salonlarında birer yüce nesne konumuna yükseltildiğini, galerilerinse bir avuç milyonerin koleksiyon fiyatlarını yükselmesinin aracı konumuna geldiğini savunan Banksy’nin, düş gücü, mizah ve ince bir zeka barındıran bu eyleminden da anlaşılacağı gibi müzelerin günümüzdeki işleviyle ilgili söyleyecek sözü de var elbet: “Sanat ve sanat tarihi hakkında biraz bilgisi olan herkes, büyük sanatçıların diğerlerinden çok daha iyi veya tamamen kendine özgü şeyler yaptıkları için ‘büyük’ olduklarını anlar. Delacroix, Manet, Picasso, Duchamp veya Pollock’u düşünün örneğin. Müzeleri ya da galerileri ziyaret eden insanlar sadece kendilerini ‘kültürlü’ hissediyor, ama eserlerin içeriğini anlamıyorlar. Yaptığım şeyleri Tate Modern Müzesi’ne koyabilirsin ve açılışını da Tony Blair ile Kate Moss yapar. Ama bu, dışarı çıkıp da yapmaman gereken bir yere bir resim yapmak kadar heyecan verici değil.”

Paris Hilton’un albümünde Banksy imzası

Duvarlara bir tabloymuş gibi özenle yaklaşan tarzı, mizah anlayışı ve politik bakışıyla giderek ününü arttıran Banksy savaş karşıtı gruplar, Greenpeace ve reklam karşıtı Avdet gibi muhalif gruplar için de poster ve afişler hazırladı. Blur adlı müzik grubunun, “Think Tank” adlı albümünün kapağını da yapan Banksy, müzikal alandaki sanat eylemini ise Paris Hilton’un albümü üzerinde gerçekleştirdi. Banksy, eylemini üzerine yerleştirdiği gizli kamerayla yaptığı kayıtları internet üzerinde dolaşıma sokarak hayranlarına da ulaştırdı. Paris Hilton’nun yeni çıkan albümünün 500 kopyasını satın alan Banksy, bu albümlerin her birinin üzerine kendi özgün çalışmalarını ekler. Elden geçirilen albümler yeni versiyonu ve üzerinde “Paris Hilton X” yazısıyla, rastgele bir düzende Londra’daki müzik marketlerdeki diğer Paris Hilton albümlerinin arasına konulur. Görüntünün internette yayılmasıyla birlikte ortalık karışır. Bir yandan mağazalar alarma geçer, bir yandan da modern sanat koleksiyoncuları ve Banksy hayranları “sınırlı sayıdaki Paris Hilton albümlerinin” peşine düşer.

İsrail’in “güvenlik duvarı”na Banksy penceresi

“Gerilla sanatçı” diye anılan ama sanatını bu sözcüğün çağrıştırabileceği düz, şematik sloganlarla değil de daha çok politik bir mizahla yoğuran Banksy’e göre sesi çıkamayanlara ses olmak graffitinin başlangıç noktası. Bu amaçla gerçekleştirdiği protestolardan en önemlisi “Tatil Enstantaneleri” adını verdiği 9 adet boyamayla İsrail’in ördüğü güvenlik duvarının Filistin tarafına renk kattı. İsrail hükümetinin Filistin sınırına inşa ettiği ve Birleşmiş Milletler tarafından da hukuk dışı ilan edilen “güvenlik duvarı”na çizilen Banksy imzalı başını duvarın karşı tarafına çıkarmış bir at, iki çocuğun duvara açtıkları düş gediğinden görünen kumsal, duvarın öte tarafına geçmeye yarayan bir merdivene çıkan çocuk gibi resimler ezilen Filistin halkına da bir umut ışığı yaktı. “Filistin’i bir açık hava hapishanesine çeviren utanç duvarı” dediği duvarın resimleriyle güzel hale geldiğini söyleyen bir Filistinliye Banksy, amacının bu duvarı güzel kılmaya çalışmak olmadığını, “Biz bu duvarı güzelleştirmeye çalışmıyoruz. Biz bu duvardan nefret ediyoruz” sözleriyle açıkladı.
Sesi olmayanların sesi olmak
Banksy’nin özel ilgi alanlarından biri de hayvanat bahçeleri ve hayvanlar.
Sergilerinde de mutlaka graffiti yapılmış hayvanlar bulunuyor. Los Angeles’teki sergisini ziyaret edenler, çitlerle çevrili bir oturma odası içinde ve üzeri duvar kâğıdı şeklinde boyanmış bir fille karşılaştılar. Ancak Banksy bu özelliği yüzünden çoğu kez hayvan hakları dernekleri ile sorun yaşıyor. 2004 yılında ise bir sabah Londra Hayvanat Bahçesi’ni ziyaret eden İngilizler ilginç bir manzarayla karşılaşır. Hayvanat bahçesinde bulunan filin üzeri hapishane üniforması şeklinde boyanmıştır. Maymunların ellerindeki pankartlardaysa şunlar yazmaktadır: “Bizi evimize gönderin.” Banksy, bu “iş” için daha sonra şöyle konuşacaktır: “Bir hayvanat bahçesinde bunu yapmak zekice, çünkü sesi olmayanlara ses olabiliyorsun, graffiti de bu yüzden başlamıştır.”
Polisin belalısı
İngiltere’de Banksy’nin eserlerinin artık kamusal alanın bir parçası olarak korunması bile gündeme gelmiş durumda olsa da kimi eserleri yapıldıkları duvarlarla özdeşleşirken, kimi eserleri ise yalnızca birkaç saat yaşayabiliyor. Ancak sanatçı, bunun herhangi bir öneminin olmadığını ısrarla vurguluyor. İngiliz polisinin başını en çok ağrıtan sanatçıların başında yer alan kişi de Banksy. Ünlü graffitici, Londra’daki kimi duvarlara yazdığı “Burası graffiti alanıdır, lütfen bu duvar dışındaki alanlara graffiti çizmeyiniz” yazısıyla, şehirdeki gençlerin duvarlara akın etmesine önayak oluyor. Polis tarafından durdurulan ve sorgulanan gençlerin savunması ise kısa ve basit: “Duvarda Kraliyet logosunu görünce, o ibarenin gerçek olduğunu düşünmüştük”.

29 Mart 2012 Perşembe

“DAHA ATILACAK ÇOK ADIM VAR”

Kalem-i Cümbüş'ün konuğu ünlü modacı Faruk SARAÇ. Kendisiyle moda ve eğitim üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdim.



Futbol oynamayı bırakıp, tasarımcı olmaya nasıl karar verdiniz?

Futbolu bıraktıktan sonra ilk önce, Kadıköy’de Opera Onur Pasajı'nda, alt katta “BUTİK FARUK” adı ile 1981 yılında mağazacılığa başladım. Koleksiyonumda daha çok, bay klasik ve spor ürünler yer alıyordu. Birikimini, hayatın sana verdiklerini paylaştıkça, kültürümüzü podyumlara taşıdıkça, insani değerlerin arttığına, ruhun zenginleştiğine inandım. “Hiç durmadan, yorulmadan sonu olmayan zamana kadar işleyecek bir makine düşünün; kainat olsun bu makinenin adı. İçindeki her insan, her canlı ve her madde makinenin mükemmel ahengini sağlayan parçalar olsun. Pek çok kişi sonsuz evrende kendi varlığının, başı sonu olmayan zaman içinde kısacık hayatlarının ne anlama geldiğini sorgulamıştır. Ben de sonsuz evrende kendi varlığımın anlamını düşündüğüm anlardan birinde, meslek yaşamımın 30. yılını geride bırakmak üzere olduğumu fark ettim.

Tasarım alanında ilk deneyiminiz neydi?
1987 yılında FARUK SARAÇ adını kullanarak kendi koleksiyonumu yapmaya başladım.

Faruk Saraç adı ilk ne zaman duyuldu?
1991 yılında Cem Özer’in “Laf Lafı Açıyor” programına kıyafet hazırladım ve program bitiminde FARUK SARAÇ adı ekranlarda görünmeye başlamıştı artık.

Marka ismi olarak neden Faruk Saraç?
BUTİK FARUK’la başlayan ismimi daha sonra Faruk Saraç yapmam da, önemli tasarımcıların adını soyadını kullanması oldukça etkili oldu.

Mesleğiniz ile ilgili sırlarınız nelerdir? 
Bu yıl meslek hayatımın 30. yılı. Zaman çabuk geçiyor. Kumaşı çok sevdim. Resmen kumaşla yatıp kumaşla kalktım. Kumaşı kokusundan bile tanırım. Yaptığınız her ne olursa olsun, muhakkak severek yapmanızın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü biliyorum ki; hayatında başarmak için zaman ayırmayanlar; başarısızlıklarının bedelini bir ömür boyu öderler.


Faruk Saraç Tasarım Meslek Yüksek Okulu hakkında bilgi verebilir misiniz? Okulunuzu açmak nasıl aklınıza geldi ve neden Bursa?
Hayatta her şeyi satın alabilirsiniz fakat bilgiyi asla satın alamazsınız. Sadece öğrenerek sahip olabilirsiniz. Bildiklerimizi gençlere doğru öğretmek için açtığım Yüksek Öğretim Kurulu’na bağlı “İlk Vakıf Moda Tasarım Okulu” olması, bana ayrı gurur veriyor. İnsanın en büyük sermayesi tecrübesidir. Şu anda 4 ayrı bölümümüzde 250 talebem var.

Okulunuzda olan bu 4 bölümün biraz detaylandırarak bizlerle paylaşır mısınız?
Tabii ki. Okulumuzda söylediğim gibi 4 bölümümüz var. Bunlar; Halkla İlişkiler, Moda Tasarım, Dış Ticaret ve Marka İletişim adını verdiğimiz bölümlerdir. Kısaca bahsetmek gerekirse;

Halkla İlişkiler:
Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programımız, özel ve kamu sektörüne bu alanda yetişmiş iş gücü sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Bölüm, gelişen iletişim ortamında önem kazanan halkla ilişkiler, tanıtım, reklamcılık, kamuoyu araştırmaları konularında verdiği eğitimle bu alanlara katkıda bulunmaktadır. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunlarının, halkla ilişkiler ve/veya reklam ajanslarında, kamu kurum ve kuruluşlarının tanıtım enformasyon veya halkla ilişkiler birimlerinde, özel sektörde yer alan işletmelerin halkla ilişkiler, tanıtım, pazarlama veya reklamcılık ile ilgili bölümlerinde, medya kuruluşlarının tanıtım birimlerinde, turizm, bankacılık ve bunlara eklenebilecek birçok alanlarda da iş olanaklarına sahip olabilirler.

Moda Tasarım: 

Bu programımızın amacı; tekstil ve moda alanında, kamu ve özel sektörün teknik eleman ihtiyacını karşılayacak donanıma sahip kalifiye elemanlar yetiştirmektir. Program süresince öğrencilerin tüm teorik eğitimleri uygulamalı eğitimler ile zenginleştirilmiş olup, öğrendiklerini kapsamlı bir şekilde uygulayabilecekleri mezuniyet projesi, staj gibi imkanlar da öğrenciye sağlanmaktadır. Bununla birlikte öğrencilerin mesleki hayatlarında ihtiyaç duyacakları bilgisayar programlarını ve mesleki yabancı dil bilgisini en gelişmiş teknoloji ve alanında uzman eğitim kadrosu ile vermektedir. Moda Tasarım programı mezunları kamu kurum ve kuruluşlarında, tekstil fabrikaları ve atölyelerinde, örme-dokuma-baskı sanayinde, hazır giyim sektöründe, tekstil ihracat firmalarında, özel işletmelerde, moda evleri ve model hanelerde stilist, modelist ve tasarımcı olarak çalışabilir; ayrıca sektörde kendi atölyelerini ve moda evlerini açarak kendilerine iş imkanı yaratabilirler.

Dış Ticaret:
Bu bölümün amacı ise, ekonominin önemli bir kalemini oluşturan dış ticaret alanında kalifiye eleman olarak çalışacak, alanı ile ilgili mevzuata hakim mezunlar yetiştirmektir.
Program dahilinde, öğrencilerin teorik bilgi kadar pratik bilgi kazanması da hedeflenmektedir. Staj ve proje çalışmaları ile öğrencilerin sanayi tecrübesi kazanması sağlanır. Öğrencilerin meslek hayatında ihtiyaç duyacakları bilgisayar ve mesleki yabancı dil bilgisi program dahilinde verilmektedir. Dış Ticaret bölümü mezunları işletmelerin dış ticaret bölümlerinde, bankaların kambiyo bölümlerinde, gümrük komisyoncuları bünyesinde, uluslararası lojistik firmalarında ve sınavlarda başarılı oldukları takdirde Maliye Bakanlığı, Gümrük Müsteşarlığı ve bağlı birimlerinde çalışabilirler. 

Marka İletişim:
Marka ve markalaşma kavramı küreselleşen dünyada rekabetin de hızla artmasıyla önemini daha da arttırmıştır. Marka olma ve markanın yönetimi şirketler için değil kişi, fikir, ideoloji ve benzeri kavramlar içinde önem kazanmıştır. Marka, bir şirketin toplam değerinin kayıtlı varlıklarından çok yukarı bir seviyeye çıkmasında en önemli etkenlerden biridir. Bir markanın yaratılması, marka kişiliğinin oluşturulması, marka vaadi oluşturma, stratejik marka yönetimi ve markanın yaşamını sürdürmesi gibi konular stratejik bir bakış açısıyla ele alınması gereken noktalar olarak ön plana çıkmaktadır. Günümüzde marka ve iletişim olgularının önem kazanmasıyla beraber ülkemizde bu alanda yetişmiş nitelikli eleman açığının var olması Marka-İletişim programını önemli bir alan haline getirmiştir. Marka-İletişim bölümü mezunları kamu ve özel sektörde kendilerini geliştirdikleri takdirde Marka Yöneticisi, Kurumsal İletişim Uzmanı gibi günümüzün ön plana çıkan bir çok pozisyonunda istihdam edilebilirler.

1852 yılında yapılan Fabrika-i Hümayun’un ilk sahibisiniz. Fabrika-i Hümayun’un gelişim sürecinden bahseder misiniz?
Öncelikle Fabrika-i Hümayun’un ilk sahibi olmak benim için büyük bir gurur. Çünkü Fabrika-i Hümayun, 19. yüzyıl ortalarında başlayan ülkenin devlet eliyle endüstrileşmesi çabalarının bir ürünü olarak 1852’de kurulmuştur. Yapım için seçilen yer, Bursa’da geleneksel olarak ipek üretimi ve dokumacılığının odaklandığı bir semt olan Muradiye’de Cilimboz Deresi’nin kenarıdır. Dört yapıdan müteşekkil, toplam yapı alanı 4500m² dolaylarında olan bir “Külliye” olan Fabrika-i Hümayun, günümüze iki yapısıyla ulaşabildi. Beş katlı, toplam kullanım alanı 1908 m² olan kagir yapının ilk iki katı kesme taş, diğer katları tuğla olarak yapılmıştır. Yapının ahşap taşıyıcıları, ahşap döşemesi ve etkileyici bir ahşap çatı strüktürü bulunmaktadır. Ahşap kat döşemelerini taşıyan kolon, kirişler ve çatıyı oluşturan strüktür birleşim detayları ve malzeme boyutları ile 19. yüzyıl sanayi arkeolojisi açısından çok değerli bir belge niteliği taşımaktadır. Sarayda kullanılacak ipek halı ve kumaşlar için iplik üretmek amacıyla devlet eliyle kurulmuş, Avrupa sarayları da dahil olmak üzere devrin önemli devlet adamlarını giydirmiştir. Kullanım alanı 8000 m²’ye çıkarılan Fabrika-i Hümayun; kozanın ipeğe, ipeğin de modern tasarımlara dönüştüğü, dikim ve dokuma atölyeleri, müzesi ve eğitim kurumuyla yaşayan bir sanat merkezine dönüşmüştür.

2012 giyim trendleri sizce nasıl?
1975 yılının modasını yine görmeye başlayacaksınız. Gömleklerin yakaları daha ufak , kravatlar daha küçük, örgülü trikolar ve kadifeler ön planda olacak.

Önce kumaşı tanımaları gerekiyor. Çünkü tüketimin çok çabuk olduğu bir çağdayız. Farklı tasarımlar yaratmalı, bunun içinde farklı fikirler geliştirmeleri gerekiyor.Çünkü önlerindeki yolculuk çok uzun bir yolculuk.

Son olarak, yakın zamanda defileniz var mı?
Aralık ayında, 30. yılım için yapacağım “YEŞİLÇAM VE MODA” adını verdiğim bir tarihsel gösterim olacak. Ayrıca bunun yanında 3 önemli kamu kuruluşunun kıyafetleri tasarlıyorum.

“Sevda Sözleri”ni Öksüz Bırakan Şair


Oruç Aruoba, “Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır” demişti. 19 yıl önce Cemal Süreya da, “Ölüyorum tanrım, bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür, biliyorum tanrım / Ama ayrıca aldığın bu hayat, fena değildir… / Üstü kalsın...” diye yazdığının ertesi günü bir 9 Ocak günü bu dünyaya kapatınca gözlerini görülecek şeyler azaldı. Tüm günahların yarı yarıya işlendiği, bir sevişmenin gelip bir daha gitmediği, unutulmayacak aşkların her daim dörtnala sevişen kahramanıydı hâlbuki. Cemal Süreya henüz 6 yaşındayken daha, Dersim sürgünlüğüyle başlayan hüzünlü yaşamını; mutluluklarıyla, mutsuzluklarıyla, her birini sevdiği kadınlarıyla, evlilikleriyle, sözcüklere can veren şairliğiyle noktaladığında yazılmamış aşk şiirleri eksik, yazılanlar ise öksüz kaldı. Bu eksikliği, bu öksüzlüğü Can Yücel, “Aşk yok gayri memlekette / Cemal Süreya beri gideli” diye özetlemişti ardından yazdığı bir şiirde. Ahmed Arif’in, “Eros’tu kendi okuyla kendini vuran” dediği; aşkın en güzel hallerini, aşkın ya da aşığın çaresiz, başıboş hallerini dizeleriyle yudum yudum içiren bir şairdi.

Dünyanın En Küçük Devleti”

Sevmeye ya da âşık olmaya neden arayan ve her seferinde de bulduğunu 20 ayrı şiirinin son dizesinde, “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diye anlatan şairdi. Aziz Nesin’in,Jean Paul Sartre’yle birlikte, “Dünyanın en küçük devletleri. İkisinde de bir devlet olabilecek kadar birikim var” dediği, Ülkü Tamer’in, “Dilin ve şiirin yaman avcısı” diye tanımladığı bir sözcük ustasını, Cemal Süreya’yı, hangi kelimeleri yanyana getirdiğimizde anlatabiliriz? Cemal Süreya’nın dostu, sevgilisi, iş arkadaşı olan Tomris Uyar’ın, “Tanıdığı kaç kişi varsa o kadar Cemal Süreya vardır. Hepsi değişik. Belki temel öğeleri aynı kalıyor; politikaya, edebiyata, espriye tutkusu; çalışkanlığı, dürüstlüğü gibi, Ama çok değişken biri. O yüzden ben bir tane Süreya biyografisi düşünmem. 3 tane yazılabilir. 3 tane apayrı” dediği şair hakkında ne söylesek eksik kalacağını bilerek anlatmaya çalışalım istedik ölüm yıldönümünde.

Kadere Yazılan Göçebelik Hali

Cemal Süreya 1931’de Erzincan’da bir yük vagonunda doğdu. Cemalettin Seber adı verilen geleceğin şairinin yük vagonunda doğmasından mı bilinmez göçebeliği kaderine yazılmıştı sanki. Bir yük vagonunda gözlerini dünyaya açtıktan 6 yıl sonra 1937’de çocukken ailesiyle birlikte Dersim isyanı sürgünleri arasına yine bir yük vagonunda katıldı. Hayatında derin izler bırakan bu sürgünü, “Bizi bir kamyona doldurdular / Tüfekli iki erin nezaretinde / Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular / Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar / Tarih öncesi köpekler havlıyordu / Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler / Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki / Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü” diye anlattı daha sonra.

Şehirden şehre semltten semte bir hayat

“Kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk / biliyorsun ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır” diyen şair 6 yaşında tanıştığı sürgün acısını ölene kadar içinde taşıdığından mı bilinmez kendisi de hayatı boyunca şehirden şehre, semtten semte sürekli taşındı durdu, “Benim hiçbir semtte berberim olmadı” diye özetledi bu göçebeliği. 26 yılda tam 29 ev değiştirip hiçbir semtte berberi olmayan Süreya’nın sadece, “Posta Kutusu 1349 Karaköy – İstanbul” olan adresi sabitti. Dersim sürgününün hemen ertesinde, 7 yaşındayken ardında bir fotoğrafı dahi olmadan yitirdiği annesinin acısını, “Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü” diye anlattı. Hayatı boyunca sevdiği her kadının öbür yarısıyla annesi olduğunu, “Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni” dizeleriyle dile getirdi.

Şair Dediğin İstanbul’da Yaşar”

Bilecik’teki sürgünden sonraki durağı lise eğitimi için geldiği İstanbul’du. Her zaman çok sevdi İstanbul’u. Öğrenciyken ya da devlet memuru olarak çalışmak zorunda olduğu Ankara’dayken bile, “Şair dediğin İstanbul’da yaşar” dediği kentini özledi. Bu yüzden, “İyi kalpli üvey ana” diye tanımladı Ankara’yı. Şiire ilk merak saldığında Haydarpaşa Lisesinde parasız yatılı okuyordu. O yıllarda Ahmet Muhip Dranas’ın “Kar” isimli şiirinden o kadar etkilendi ki günlerce okudu. “Sesin nerde kaldı, her günkü sesin / Unutulmuş güzel şarkılar için / Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan / Rüzgâr gibi ta, eski Anadolu’dan / Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!” dizelerini ezberlesinler diye sınıf arkadaşlarının defterlerine yazdı. Lise sonrasında girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nde okurken hissettiği yalnızlık ve yabancılıkla yazmaya başladı. Hayali mektuplar yazıyordu kendine. Kâh Ankara’nın bir caddesinde geçerken görüp beğendiği bir kıza ya da Diyarbakır’da tanımadığı bir Türkçe öğretmenine yazdı mektuplarını. Mülkiye’nin 3. yılındayken “Kazgan” adlı dergide yayın kurulu başkanıyken yazdığı yazılara Charles Suarez ya da Yürüyen Adam imzaları attı.

2. Yeni’nin 3. atlısı

Sonraki yıllarda kendisiyle yapılan bir röportajda, “Şiirle başarı kazanmayı hiç düşünmedim. Aslında hiç bir konuda başarı kazanmayı düşünmedim. Şiir ne benim için? Dramım, açmazım, kurtuluşum, batağım, sevgilim, babam, gözaltım ve kendimi hiçlemeyi bilişim… Daha önemlisi, yazgım olarak da görüyorum onu. Borç öder gibi yazdım şiirlerimi” diyen şairin 1953’te ilk şiiri “Şarkısı Beyaz” Mülkiyeliler dergisinde yayımlandığında ise üniversiteden mezun oldu. O yıllarda 3 - 5 üniversite mezunun girebildiği Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik görevlerinde bulundu. Çeşitli edebiyat dergilerine de yazı ve şiirler yazıyordu. Süreya kısa süre sonra, şiirdeki yalın anlatımı savunan Garip akımına tepki olarak 1950’lerde ortaya çıkan ve başını Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın çektiği şiirdeki 2. Yeni akımının öncü şairlerinin arasına girdi. Cemal Süreya’nın, Hilmi Yavuz’a, “Bir oksijen gibi Türk şiirinin imdadına yetişti” dedirten, “Gülün tam ortasında ağlıyorum / Her akşam sokak ortasında öldükçe / Önümü arkamı bilmiyorum / Azaldığını duyup duyup karanlıkta / Beni ayakta tutan gözlerinin…” şiiriydi.

Bakanın Yarattığı Kirlilik

1960 yılında çıkardığı Papirüs dergisi ancak 4 sayı yayımlanabildi. 1965’te yazarlıkla yaşamını sürdürmeye karar verip görevinden ayrıldığında ise Tomris Uyar ve Ülkü Tamer’le birlikte Papirüs’ü yeniden yayımlamaya başladı. Haziran 1966 ile Mayıs 1970 arasında 47 sayı yayımlanabilen dergi yine kapanınca devlet memuriyetine geri döndü Süreya. 1975’te bu kez, Darphane müdürüyken kendi isteği dışında görevinden alındı. Yeni göreve gelen Milliyetçi Cephe hükümetinin Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, siyasi fikirleri nedeniyle Süreya’yı görevden almayı kafasına koyar. Ergenekon bu niyeti için darphaneye bir teftiş düzenlese de ne bir açık, ne de eksik bulunamaz. Ama Süreya yine de görevden alınır. Gerekçe ise, teftiş sırasında darphane binasının pis olmasıdır. Süreya ise görevden alınma yazısına , “Darphane binası, tarihi boyunca yalnızca 2 saat kirlenmiştir, o da bakan beyin ziyaretleri nedeniyle” diye karşılık verir.

Kadınları O Kadar Sevdi Ki…

1978’de Kültür Bakanlığı’nda Kültür Yayınları Danışma Kurulu üyesi olarak da görev yapan Cemal Süreya, Papirüs’ü 1980 -81 yıllarında 2 sayı daha çıkardıktan sonra 1982’de maliye müfettişi iken emekli oldu. Emeklilik sonrasında yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlük yapan Süreya’nın birçok dergide yazıları ve şiirleri yayımlandı. Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergileri ile Saçak dergisinin kültür-sanat bölümünü yönetti. Politika, Aydınlık, Yeni Ulus, Yazko ve Somut gazeteleri ile 2000’e Doğru dergisinde köşe yazıları yazdı. Aradan geçen yıllarda geride bıraktığı aşklarından üç evlilik ve bu evliliklerin birinden canından çok sevdiğini söylediği oğlu Memo dünyaya geldi. “Sevmek ne uzun kelimedir” dizesiyle kendisine en güzel aşk şiirlerini yazdıran kadınları ne çok sevdiğini, “Kadınlar, tanrım / Öyle sevdim ki onları / Gelecek sefer/ Dünyaya kadın olarak gelirsem / Eşcinsel olurum” diye anlattı.

Bir İddiada Adının “y”sini Kaybetti

Şair hakkında imzasının, “fötr şapka mı yoksa insan yüzü mü” olduğundan; soyadındaki “y” harfinin birinin gitmesine neden olan iddiaya dek hakkında birçok efsane üretildi. İmzası genellikle fötr şapkaya benzetilse de Sunay Akın’a göre, imzanın yanlamasına tutulmasıyla Süreya’nın profilden bir görünümü, imzasındaki “ü” harfinin uzunca noktaları da şairin vazgeçemediği sigarayı resmediyordu. Hafızasına güvenerek girdiği ancak kaybettiği bir bahis sonrasında soyadında bir harfi eksilttiğini, “Adımdaki bir harfi atıyorum” diye bitirdiği 1956’da yazdığı “Elma” isimli şiirinde ilan etti. Bahsin konusu kimine göre Ülkü Tamer’le bir telefon numarası konusundaydı, kimine göreyse Mülkiye’den arkadaşı Sezai Karakoç’la aşk üzerineydi.
Ölümünden önce kendisiyle yapılan bir röportajda ölümle ilgili ne düşündüğü sorusuna, “Ölüm mü? Bir gölün dibinde durgun uykudasın... Benden bu kadar arkadaşlar, özür dilerim” yanıtını vermişti. “Özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak” diyen Sevda Sözleri’nin babası, “Benden bu kadar” diyerek aramızdan ayrılalı bugün tam 19 yıl oldu. Artık orada; bir gölün dibinde durgun uykuda...
Hatay Meyhanesi Defterleri

Cemal Süreya hayata gözlerini yumduğu gün olan 9 Ocakta, şairle bütünleşen Bostancı’daki Hatay restoranda her yıl anılıyor. Uzun yıllar edebiyatın önde gelen isimlerine ev sahipliği yapmış ve adı Süreya ile bütünleşen Hatay restoranın her yanında şairden bir parça bulmak mümkün. Şairle ilgili bazı belgelerin fotokopileri, gazete ve dergi kupürleri, değişik yerlerde şairle ve Hatay restoranla ilgili yayımlanmış yazılarla süslü meyhanenin en önemli özelliği ise Cemal Süreyya’nın öncülük etmesiyle tutulmaya başlanan defterler. Bir akşam Cemal Süreya’nın, meyhanenin sahibi Mehmet Ali Işık’a aldırdığı bir deftere geçirdiği gecenin hikâyesini nakşetmesiyle başlayan gelenek yıllarca sürdü. Ortaya çıkan külliyat ise Hatay Meyhanesi Defterleri diye de kitaplaştırıldı. 11 cilt defterden seçilen defterlerde Süreya’nın yanı sıra Ece Ayhan’ın şiirleri, Feyyaz Kayacan’ın, Arif Damar’ın, Fethi Naci’nin notlarını ve daha nicelerini bulmak mümkün.

16 Mart 2012 Cuma

Kadına Şiddetin Bahanesi Var !

Resim yazısı ekle


PSİKOLOJİK ZAYIFLIĞI, FİZİKSEL GÜÇLE ÖRTMEK;

Tüm dünyada en yaygın insan ihlalleri arasında kadına yönelik şiddet bulunmaktadır. Ülkemizde, kadın ve şiddet denildiğinde ise; aile içi şiddet ve töre gereği vurulan kadınlar akla gelmekte. Peki, kadının maruz kaldığı şiddet sadece ffiiziksel şiddetle mi sınırlı?

Sadece Fiziksel Şiddet Değil
Kadına yönelik şiddet denildiğinde aklımıza ilk olarak fiziksel şiddet gelse de, maalesef kadına yönelik şiddet türlerinin arasında sadece fiziksel şiddet yok. Fiziksel şiddetin yanında ruhsal, ekonomik ve cinsel şiddet gibi birçok şiddet türü yer almaktadır. Biraz daha detaylandırmak gerekirse;

Fiziksel Şiddet:
Tokat, tekme, yumruk gibi fiziksel bir saldırı şeklidir. Bunların da yanında bıçak, silah gibi aletler kullanılmaktadır.

Cinsel Şiddet:
Fiziksel şiddete uğrayan kadınların çoğunluğu cinsel şiddete de maruz kalmaktadır. Kadınları istemedikleri cinsel davranışlara zorlamak ve tecavüz etmek gibi örnekler, kadının cinsel şiddete uğradığının göstergesidir.

Ruhsal Şiddet:
Genellikle kadını küçümseyen, aşağılayan ifadeler kullanılmaktadır. Burada şiddet uygulayan kişi, kadının özgüvenin yitirmesini amaçlar. Ruhsal şiddete eğilimi olan kişiler, eşinin ya da sevgilisinin yaptığı yemeği dökerek veya evde bulunan eşyaları kırarak kadını psikolojik baskı altına almaktadırlar.

Ekonomik Şiddet:
Kadının çalışmasına izin vermemek, harçlık vermemek, kadının parasını elinden almak ve ailenin geliri konusunda bilgi vermemek gibi durumlar ekonomik şiddetin göstergesidir.

Şiddet Eğitimle Ölçülmez
Türkiye’de yapılan araştırmalara göre, toplumda iş sahibi olmayan ve gündelik işlerde çalışan kesimlerde şiddet eğiliminin daha fazla olduğunu söylenmektedir. İstanbul Barosu tarafından yapılan bir araştırmada şiddet uygulayanların %89’unun erkekler olduğunu, aile içi şiddetin %77.68’inin eşe yönelik yapıldığını ve şiddete maruz kalanların %44’ünü lise ve üniversite mezunlarının oluşturduğu ortaya çıktı. Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2001-2005 yılları arasında aile içi şiddete maruz kalanlarda ise, ölüm oranı %65 artış göstermektedir. Şiddeti ortaya çıkaran birçok temel neden ele alınmadan, var olan sorunun çözülemeyeceği bilinmektedir. Türkiye’de şiddetin ana nedenini eğitimsizliğe bağlamak yeterli bir tespit değildir. Yukarıda bahssettiğimiz araştırmalarda da gördüğümüz gibi şiddet uygulayan kişilerin büyük bir kesimi lisans mezunu.

Kadınlara Neden Şiddet Uygulanıyor?
Genel olarak kadına uygulanan şiddet, toplumların ataerkil yapısından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında toplumda eğitimsel, geleneksel ve hukuksal yapılar içerisinde kadın, genellikle erkeğe bağımlı hale getirilmektedir. Erkeğin üstün konumu, bu sebepten dolayı kadının erkeğe sürekli olarak hizmet etmesi ve erkeğin alınacak tüm karar mekanizmalarının başında yer alması, şiddeti alttan beslemektedir. Şefkat-Der isimli dernek tarafından 1995 yılından 2009 yılına kadar sığınan 9 bin kadın ve genç kızın maruz kaldığı şiddet olayları araştırılarak, bir rapor haline getirildi.

Şiddetin Yol Açtığı Etkiler
Şiddetin fiziksel ve ruhsal sağlık açısından sonuçları şiddet gören bireyin, ailenin ve toplumun tümünü etkilemektedir. Şiddet gören kadınlar korku, kaygı, endişe, panik, depresyon, alkol, uyuşturucu, yeme ve uyku problemleri, şiddet içeren davranışlar, çevrelerindeki kişilerle ilişkilerinin bozulması gibi birçok problem yaşamaktadırlar. Bunun yanında şiddet, çalışan bir kadının mesleki ve mesleki kariyer yaşamını olumsuz olarak etkileyebilmekte ve kadın ekonomik bağımsızlığını kaybetmeye başlayabilmektedir. Eğer şiddet aile içinde yaşanıyorsa, şiddet gören kadının yanında çocuk da etkilenir, aileye duyduğu güven azalır. İleride yalnız kalacakları korkusuna kapılmaktadırlar.

Bana Kim Yardım Edebilir?
Şiddet yaşadığınızda, bulunduğunuz yerdeki en yakın polis merkezine ya da jandarma karakoluna başvurarak yaşadığınız olayla ilgili tutanak tutturmanız gerekmektedir. Bunun yanında muayenenizin yapılabilmesi için, bir sağlık kuruluşuna sevkiniz gerekebilir. Karakol yerine bir dilekçeyle doğrudan Cumhuriyet Savcılığı’na da başvurulabilmektedir. Ayrıca şiddet uygulayan kişi eşiniz veya başka bir aile ferdiyse, evden uzaklaştırılması için yine bir dilekçe ile Aile Mahkemesi’ne başvurabilirsiniz. 

Hukuksal boyutun dışında ise şiddet gören kadınların en büyük ihtiyacı, sıkıntılarını anlatabilecekleri, çözüm bulabilecekleri ve en önemlisi şiddet sonrasında sığınabilecek bir yer bulmaktır. Türkiye’nin birçok bölgesinde kadına yardım için kurulmuş dayanışma yerleri var. Bu konular üzerinde faal olarak çalışan, kadın sığınma ve dayanışma desteği veren birkaç vakıf bulunuyor. Bakıldığı zaman sayıları yeterince az olan kamu kuruluşlarının dışında, tamamen gönüllü çalışan vakıflardan yaptığı çalışmalarla adını en çok duyurmuş “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” var. 1989 yılı ocak ayında şiddete maruz kalan kadınların hukuksal ve pratik destek alabilecekleri bir telefon ağı oluşturulmuştu. Ancak bir süre sonra dayanışma ağlarının da yetmeyeceği, bir sığınağın gerekli olduğu somut biçimde ortaya çıktı. Bunun sonucunda şiddetle yüz yüze olan kadınlarla dayanışmayı sürdürmek, aile içindeki şiddete karşı mücadeleyi yaygınlaştırmak amacıyla, 1990’da Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kuruldu.


Yapılan Araştırma Sonucunda Türk Erkeğinin
ŞİDDET BAHANELERİ
Kadının cinsel ilişkiye girmek istememesi, fazla kilo aldığı iddiası, çocuk doğuramaması veya erkek çocuk doğuramaması, yemeğin tuzlu, yanmış, soğuk ya da güzel olmaması, erkeğin giyeceğinin iyi ütülenmemesi, kapının geç açılması, kadının hasta olması ve iyileşememesi, izinsiz dışarı çıkılması, çocuğun başarısızlığı, sobanın yanmaması, çocuğun babaya benzememesi, kadının boşanmak istemesi, erkeğin başka kadınlarla olan ilişkisine karışılması, çalışan kadının maaşının tamamını erkeğe vermemesi, berdel evliliği reddetmesi, kadının çalışmak istemesi, erkeğin işsiz kalması, ailenin ekonomik sıkıntı çekmesi, erkeğin tuttuğu takımın yenilmesi, alkol ve kumar alışkanlığı olan eşin kadın tarafından uyarılması, erkeklerin kendi arasındaki maço erkek tartışması.


183
ALO ŞİDDET HATTI BİLİNMİYOR
Şiddetle Öneriyoruz:
“Alo 183” no’lu ihbar hattının basında mutlaka yer almasını, herkesin bu konuda bilgilendirilmesini öneriyoruz.

Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Genel Müdürlüğü’nce kadın, ve çocuklara yönelik şiddet ve istismarın bildirilmesi için oluşturulan “Alo 183” isimli ihbar hattı olduğundan haberiniz var mı?

Bu hat; özürlü, istismara uğrayan, uğrama riski taşıyan ve desteğe gereksinimi olan kadınlara ve çocuklara yönelik psikolojik, hukuki ve ekonomik alanda danışmanlık ve rehberlik hizmetleri sunmak ve yararlanabilecekleri Sosyal Hizmet Kuruluşları konusunda bilgilendirerek gereksinim duydukları hizmet türüne en kısa zamanda ulaşmalarını sağlamak amacının gerçekleştirilmesi, kadın ve çocuğa yönelik istismarın önlenmesi, kadınların toplumda statülerinin yükseltilmesi, çocukların yüksek yararının gözetilmesi hedefine ulaşılabilmesi için ücretsiz hizmet veren bir hattır. Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’ne bağlı olarak çalışır.

Çağrı yapan herkes dinlenilerek, ihtiyaç duyduğu hizmet türü tespit edilmekte, kurum hizmetleriyle ilgili danışmanlık ve rehberlik hizmetleri sunulmakta, mevcut veri kayıtları, internet vb. taranarak kurum dışında hizmet alabileceği birimlerin iletişim bilgileri verilmektedir. 25.01.2007 tarihinden itibaren yapılan tüm görüşmeler kayıt altına alınmaktadır. 7 gün 24 saat esasına göre üçer kişilik dört vardiya ekibi ile 81 ilden yapılan telefon çağrılarına cevap verilmektedir. Bu çağrılar içerisinde acil müdahaleyi gerektiren vakalar da bulunmaktadır. Bu vakalarda ilgili, o ildeki Emniyet, Jandarma ve İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğünde görevli Acil Müdahale Ekip Sorumlusu ile irtibata geçilmektedir.




Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı
Adres:Katip Mustafa Çelebi Mah.
Anadolu Sok. No:23 D:7-8 Beyoğlu / İstanbul
0212 292 52 31-32

Neler Yapıyorlar?
1990 yılından bu yana Mor Çatı Gönüllüleri şiddete uğrayan kadınlarla dayanışma oluşturuyorlar. Danışma merkezine, telefonla ya da yüz yüze ortalama günde 10 başvuru olmakta. Merkez, sadece çalışmalarını kadınlara yardım etmek değil, şiddete karşı kadın dayanışması oluşturmak, birlikte mücadele etmek üzere sürdürüyor.

Gönüllü dayanışması: Mor Çatı’ya, yaşadıkları şiddet nedeniyle başvuran kadınlarla genellikle önce telefonda görüşülür. Ardından yapılan yüz yüze görüşmede, seçenekler birlikte gözden geçirilir, şiddetin sorumlusunun kadınlar olmadığı vurgulanır. Kadınlar, kendileri ile ilgili en doğru kararı yine kendileri verecektir. Mor Çatı Gönüllüleri kurtulmuş kadınlar değildir. Dolayısıyla, başvuru alırken kendi önyargılarını ve değerler sistemini sorgulayan bireylerdir. Mor Çatı’da gönüllü olabilmek için atölyelere de katılmaları gerekir.

Psikolojik destek: Şiddet yaşamanın getirdiği umutsuzluğu, suçluluk duygusunu, utanç ve korkuyu yenebilmek, yeni yaşam seçenekleri oluşturabilmek için Mor Çatı’da psikolojik danışmanlık sağlanır. Bu alanda çalışma yapan herkesin, öncelikle hiçbir kadının şiddeti provoke ettiğine ya da bunu hak ettiğine inanmaması beklenir. Kısacası şiddet gören kadınlara destek verecek psikologların kadın bakış açısına sahip olmaları gerekir.

Hukuksal destek: Şiddete uğrayan kadınların büyük bir çoğunluğu, yasal haklarını ve bunları nasıl kullanacaklarını bilememektedir. Kadınların bu ihtiyaçları gönüllü avukatların verdiği hukuksal danışmanlık ile karşılanmaktadır. Hukuk alanında çok sık gözlenen bir durum, uygulayıcıların kadından yana olmayan yaklaşımları nedeniyle var olan yasalardaki olumlu hükümlerin bile uygulanamamasıdır. Bu nedenle hukuksal danışmanların da kadın bakış açısına sahip olması büyük önem taşımaktadır.

15 Mart 2012 Perşembe

WELLNESS BY ÖZGÜL


Ünlülerin yeni gözdesi “wellness by özgül”  fizik tedavi, yoga, kondisyon ve stretchingden oluşan programıyla bayanların yüzünü güldürüyor. Özellikle hamile veya yeni doğum yapmış bayanlar için olan egzersiz programında fazla kilolardan kurtulmak isteyen bayanların dikkati “Wellness by Özgül”de.Beşiktaş Hanedan Restaurant’ta Özgül Tuncer ile yapmış olduğumuz sohbet gerçekten çok keyifliydi.Kendisi ile ilgili anlattığı bedensel farkındalık yolculuğu hem düşündürücü hem de öğretici. Hayatımızın hep duruş üzerine olduğunun altını çizen Özgül Tuncer’in Kalem-i Cümbüş’e vermek istediği çok önemli mesajlar var!
"Wellness by Özgül" adlı programınızda hangi uygulamalar yer alıyor?
Özgül Tuncer: wellness by özgül programı öncelikle kişinin nasıl doğru bir duruşa sahip olması gerektiğini öğreten ve bedeni yer çekimine karsı güçlendiren bir programdır ve fizyoterapi, yoga, kondisyondan oluşmuş bir konsepttir.
Yaklaşık olarak uygulamanın bitmesi için ne kadar bir süreç gerekiyor?
Özgül T: Bedeni dayanıklı hale getirmek, olabilecek sakatlanmaları en aza indirmek ve ağrısız bir bedene sahip olmak için en az 6 aylık haftada 2 gün yapılacak bir çalışma kişide belirgin bir bedensel güçlenmeye, beden farkındalığına ve şikâyet edilen ağrıların en aza inmesine sebep olmaktadır. Bu çalışmaya katılan kişilerde “wellness by özgül” programı yaşam tarzı haline gelmiştir. Bu programa 3 yıldır devam eden kişiler var.


Bu programın hamile bayanlar için çok yararlı olduğunu duydum. Bize biraz bilgi verir misin?

Özgül T: Hamile bayanlarda en çok gözlemlediğim şey karınları büyüdükçe geriye doğru yaslanmaları artıyor bel gittikçe çukurlaşıyor. Karın, sırt, kalça kasları ve bağlarındaki dengesizlikler ve güç kayıpları bel çukurluğunu artırır. Gebelikte diğer bir postür(duruş) bozukluğu da omuzların öne doğru durmasıdır buna da kifoz(kamburluk) denir. Hamile bayanlarla çalışmamın başlaması onları gözlememden geçiyor. Jinekologlarla konuşup gebelik dönemi hakkında bilgi almaya çalıştım. Sürekli bilimsel destek aldığım doktorlardan biri olan, şu an milli takımda doktor olan iş partnerim Dr. Bülent Bayraktar ve özellikle omuz üzerinde Amerika  da, Avustralya da ve İsrail de çalışmış olan Dr. F.Erkal Bilen ile sık sık uygulayacağım egzersiz programı için görüşüp onların yardım ve desteğini aldım. Gebelik sonrasının 8. haftasında tekrar egzersizlerimize başladık. 



Doğum sonrası sağlamış olduğun egzersiz programında hedefiniz nedir?

Özgül T: Gebelik döneminde ve sonrasında hedeflediğim çalışma,  annenin bedeninin güçlü ve dayanıklı olarak günlük yaşamına devam etmesini sağlamaktır. Bebeğin ilk ayları anneler için zor geçer. Sürekli gece uyanmaları süt vermeleri uyku düzenlerinin bozulması anneyi gergin yapabiliyor. Wellness by özgül çalışması ile anne bebeğini kucağına alırken onu nasıl taşıması gerektiğini, vücuduna nasıl yük bindirmemesi gerektiğini ve egzersiz yaparak kendini nasıl dinç ve güçlü hissedeceğini biliyor..Bu programdan yaralanan anneler daha dinamik, ağrısız ve güçlü bir beden sahibi olmaktadır. Ayrıca doğum öncesi güçlenen kaslar doğum sonrası tekrar eski formuna kavuşuyor. 


Doğumdan sonra anneler ne gibi egzersizlere ihtiyaç duyarlar? 
Özgul T: Anneler özellikle iç rahimin güçlenmesine, karın, omuz, sırt, bel ve diz güçlenmesine ihtiyaç duyarlar. Normal doğum yapan anne adaylarında bazen idrar kaçırma görülebilir. Yaptığımız egzersiz programında iç rahim ciddi bir çalışma yapıyor ve güçleniyor. Karşılaştığım en büyük sıkıntılarından biri de kollarda yorgunluk ve sırt-bel bölgesindeki ağrılar. Her zaman doğum öncesinden başlayan programa katılamayan annelerle de  çalışıyorum. Genellikle onlarda bu şikayetleri duyuyorum. Öncelikle boyun, kol, sırt bölgesini güçlendiriyorum. Doğum öncesi egzersize başlayan anne, doğum sonrası egzersize başlayan anneden daha sağlıklı ve güçlü bedene sahip oluyorlar ve çok çabuk kendilerini toparlıyorlar.


Egzersiz için "wellness by özgül"e başvuran bir kişinin daha önce spor yapmış veya yapmamış olması bir şey değiştirir mi?

Özgül T: wellness by özgül programına ister spor yapan ister hiç spor yapmayan herkes katılabilir. Programa yeni başlayanlar için daha hafif olmaktadır. Spor yapmış olanlarda ise daha zorlayıcı daha güçlü hareketler bulunmaktadır ama asla kişinin hareket kapasitesini zorlayacak hareketler yapılmamaktadır. Bugüne kadar hiçbir sakatlık yaşamadık ve umarım yaşamayız.


Çalışmalarınızı nerede yapıyorsunuz? Bir merkeziniz var mı?

Özgül T:Merkez açmayı düşünüyorum çünkü çok fazla talep var. Şuan da özel bir hastane dışında genellikle evlerde dersler vermekteyim. Bazen 3 kişilik gruplara bulundukları sitenin spor salonunda ya da evleri müsaitse evlerinde dersler veriyorum.


Kişiye özel egzersiz programımı uyguluyor musunuz veya genel bir program mı?

Özgül T:Öncelikle bir grup çalışması olabilmesi için katılımcıların bedensel aktivitelerinin  ve yaşlarının aynı seviyede olması, herhangi bir fiziksel rahatsızlığının olmaması gerekmektedir. Herhangi bir rahatsızlığı olan bir kişi diğerlerini yavaşlatır. Bu durumda özel koç olarak tekli çalışmalar yapıyorum


Kimlerle Wellness by Özgül çalışması yapılabilir?
Özgül T: Ben 4 yaş ile 80 yaş arasındaki kişilerle wellness by özgül çalışması yaptım. Kişiye özel bir çalışmadır bu program.3 klinik psikolog tarafından denge, koordinasyon ve dikkat sorunu olan çocuklar bu programa yönlendirildi ve bu çocuklarla çok eğlenceli çalışmalar yaptık. Klinik psikolog Olcay Güner bu çalışmalarımda bana çok destek olmuştur. 55 yasında golf oynayan bir  beyefendiyle 6 ay suren düzenli egzersiz yaptık. Ben yurt dışına gittiğim için bu çalışmaya ara vermiştik. Ama sonradan öğrendim ki benle çalışıyor gibi haftada 2 ya da 3 gün öğrendiği hareketleri yapmaya devam etmiş. Bu beni çok mutlu etti. Wellness by özgül programına katılan herkes hayatının her anında öğrendiklerini uygulayabilecek bilinçte ve tecrübede olmuştur. Bu bir eğitmen için tarifi imkansız mutluluktur. Demek ki bir şekilde faydasını görmüş ve yasam tarzı olarak bunu devam ettirmiş.

Sohbetiniz için teşekkür ederin. Başarılarınızın devamını diliyorum..

Özgül Tuncer: Aslıcığım hoş sohbetin için ben çok teşekkür ederim. İnsan benim için çok değerli bir varlık. Günlük yaşantımda karşılaştığım sohbet ettiğim herkese bir hareket dahi kazandırıyor olmak beni çok mutlu ediyor. Özellikle anlattığım şeylere gerçekten ihtiyacı olan insanların beni can kulağıyla dinlediğini görmek onlara daha fazla ne verebilirim duygumu geliştirdi. Herkes kendi bedenin mimarı olabilir. Yeter ki inansınlar ve istesinler. Her zaman benim için anlamı çok büyük bir dileği sizlerle paylaşmak istiyorum."HERKESE AKIL VE BEDEN SAĞLIĞI DİLİYORUM"

Özgül Tuncer iletişim:
Tel:05357058775



14 Mart 2012 Çarşamba

Nilgün Sarar ile Bağlantıda Kalın!

“Reconnective Healing çalışmalarını Türkiye’ye getiren Nilgün Sarar dünya çapında tanınan bir şifacıdır. Kendisinin uyguladığı Tekrar Bağlantı Şifa Seansı’nda, an’da kalıp sadece orda olmak ve uygun olan şifa şeklinin size akmasına izin vermesini sağlayan Nilgün Sarar ile, hoş bir röportaj gerçekleştirdik.”

Bundan on yıl önce bu röportajı yapıyor olsaydık, çok az insan bu röportajı okuyabilirdi. Ama şimdi öyle değil. Enerjilerle, farkındalıkla ilgilenen insanların sayısı çoğaldı. Medyanın bu konulara ilgisi arttı. Önce bunu neye bağlıyorsunuz diye sormak istiyorum.

Türkiye‘de bu konularla ilgili ilk röportajımı 2003 senesinde yapmıştım. Röportajı yapan arkadaşı cesaretiyle çok takdir etmiştim. Dediğiniz gibi enerji çalışamalarıyla ilgili insanların sayısı çoğaldı. Çünkü tüm dünya insanı enerji şifalarının faydasını görmeye başladı. Birebir yaşadı, anlattı. Bu konuda filmler yapıldı. Tıbbın “bitti artık yapacak birşey kalmadı” dediği durumlarda, hastalar alternatif enerji şifalarını seçti ve bizim “mucize” dediğimiz iyileşmeler görüldü.

Mesela, Apple’ın pankreas kanserine yakalanan CEO’su Steve Jobbs. Jobbs, mide kanserine yakalanan ünlü astronot Edgar Mitchell hastalıklarını enerji çalışmalarıyla yendiler. Bu isimler dünyaca tanınmış kişiler olduğu için tabii basının ilgisini çekti. Dünyevi ifadeyle “inanmıyorum” diyenler bile “ya dur şunun bende bir tadına bakayım” deyip merak etmeye başladılar. Denediler ve “evet var birşey ama nedir?” Bunun cevabını aramaya başladılar. Bu meraklarını ya kitap alıp okuyarak, ya arkadaş tavsiyesi ile seans alarak ya da kendilerinde de böyle bir arzunun var olduğunu keşfedip seminerlere katılarak gidermeye başladılar. Bazıları ise, meslek haline getirdiler.

Bir de bilimsel yönden de kanıtlandığı için kapalı kutular açılıverdi. İnsanların bu farkındalığı, niyetleri, arayışları evrenden istenilen bir talep olmaya başlayınca, haliyle bilinçli ya da bilinçsiz ilgi artmaya başladı. Hatta moda oldu bile diyebilirim.

Zannetmeyin ki yıllar önce yoktu böyle bir şey. Hayır, hep vardı. Ama insanoğlu baktığında görmüyordu ve adım adım, sabırla o kapıyı keşfetme yoluna girdi. O kapı hep vardı ama kapıyı bulmak, açmak ve dünyevi varlıklara bunu anlatabilmek zor bir görev. Aslında insan kendine izin verirse kendi kendini şifalandırır. Bu hepimizin içinde olan evrensel bir güç.


Peki, sizin yirmi üç yıllık “enerji” geçmişiniz nereden nereye geldi?

Çocukluğumdan beri insanları ve çevreyi seyretmeyi ve gözlemlemeyi çok severdim. Dünyanın sonu nasıl olacak, her yer karanlık mı olacak, bu bir oyun mu… gibi soruları kendime sordum. Enerji çalışmalarına ise 1987 senesinde Berlin’de başladım. Beni tetikleyen şey mutsuzluk duygum ve arayışımdı. Çocukluğumdan süregelen sorular artmaya başlamıştı; neden hayat bu kadar zor, neden iyi insanların başına kötü şeyler geliyor, neden… neden…

Bu konularla ilk tanışmam Transandantal Meditasyon ile başladı. Daha başka neler var diye araştırdığımda tamamlayıcı tıp ve psikoloji eğitimi aldım.Bu eğitimden sonra enerji teknikleri alemine ilk adımı Reiki hocası olarak attım. Sene 1988. Türkiye’de henüz Reiki bilinmiyordu. Kryon yayınlarının kitaplarını okuduğumda - ki o zaman daha türkçeye çevrilmemişti - çok ilgimi çekti ve orada EMF dengeleme tekniği ile tanıştım, kurslarına katılmak üzere Amerika’ya gittim. Attığım her adım hayatımla uyum içinde gelişti. Evrenden bana gelen mesaj “Nilgün doğru yoldasın! İstediğini, aradığını buldun ve bu yolda da devam et” şeklinde idi.

Oğlum Amerika’da okumak istedi. Beraber Amerika’ya gittik ve orada EMF (Elektro Manyetik Alan Dengeleme Tekniği) kursuna katıldım ve eğitmen oldum. EMF’de yoğunlaştıktan sonra kitaplarını, Türkçe’ye çevirdim ve Türkiye’de uygulayıcılar yetiştirmeye başladım. Teta Şifa tekniğini ve DNA Aktivasyon tekniklerini de öğrenip, kurslar verdim. Ruh, beden, zihin üçlüsüne yönelik çalışmaları tamamlamak istedim ve zihine yönelik olan NLP eğitiminı aldım ve mastırı oldum. Tüm bu öğrendiklerimi kombine ederek uygulamalara başladım. 2001 senesinde Paris’e gittim ve orada The Reconnection (Tekrar Bağlantı) kursuna katıldım. Bence şifa çalışmalarımın en güçlüsü bu diyebilirim. Eğitmenlik seviyesine kadar ulaştım ve o günden beri bunu uyguluyorum. Sindire sindire ve küçük adımlarla ilerledim. Dile kolay, sevmesem bunca sene yapar mıydım?


Sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da seanslar yapıyorsunuz, bunu nasıl başardınız? Çünkü yurtdışında bu işlerle ilgilenen çok fazla sayıda yetkin insan vardır. Onların arasından sıyrılmak zordur. Bu güveni sağlamak kolay olmadı sanırım…

Evet hiç kolay olmadı. Şu anda Tekrar Bağlantı Şifası eğitmeniyim. Yurt dışında hem seans yapıyorum hem de seminerler organize ederek bu şifayı öğretiyorum. Televizyon programlarına davet ediliyorum. Ana dilim ingilizce olmadığı için, günlerce aylarca bu terimleri çalıştım ve ders aldım. Hoş ana dilim bile olsa, kullandığım kelimeler bir ingilizin bile anlayamayacağı terimler. Seminerlerimiz çok yoğun bir tempoda geçiyor. En az katılım sayısı 400 kişi. Sabah 06.00’da kalkıyorsunuz ve yatış saatiniz en erken 22.00, 23.00. Sürekli ayaktasınız. Büyük sorumluluk isteyen bir görev. Bir de bütün bunlara sahnedeki sunumunuz ekleniyor.

Siz ne verirseniz onu alacaklar. Ne bir tek kelime eksik ne de fazla söylemelisiniz. Kesinlikle guru olmamalısınız. Egonuza kapılıp “efendim ben şuyum ben şunu yaparım, ben bunu yaparım” yok. İngilizce yaptığım seminer bitiyor, bir hafta sonra Almanca seminerim başlıyor. İngilizce diski çıkartıp, Almanca diski takıyorsunuz. Almanca’yı çıkartıp, Türkçe’yi. Benim kuvvetli yanımdan bir tanesi de üç dilde eğitim yapabiliyor olmam. Şimdiye kadar bütün seminerlerimde çok beğeni aldım. Türk oluşum insanların çok hoşuna gidiyor. Hemen yanıma gelip, İstanbul’un muhteşem bir büyüsü, enerjisi var diyorlar. Valla ne diyeyim, ne kadar dünya vatandaşıyım desemde, Türk olduğum için ve bir ilke imza attığım için çok mutluyum. Ömrüm uçaklarda ve otellerde geçiyor. Kim olursanız olun, hangi milletten olursanız olun, şifa seminerlerinde herkes aynı beden dilini konuşur. Bunu görmek tepeden dünyayı seyretmek gibi birşey.


“Kırık kanatlarıyla geliyorlar, ben pencereyi açıyorum ve uçup gidiyorlar”

Seanslar sırasında başınıza muhakkak ilginç şeyler gelmiştir, birkaç tanesinden bahsedebilir misiniz?
Sormayın, nelere şahit oluyorum. Bunca zamandır seans yapıyorum ve seansıma gelen her kişi benim için kutsal, özel ve farklı. Kırık kanatlarıyla geliyorlar, sonra pencereyi açıyorum ve uçup gidiyorlar. Bir seansımda bir kadının bacağı uzadı. Dondum kaldım. Hem seyrettim hem devam ettim, ama nutkum tutuldu. Seans sonrası bana, “Nilgün hanım sürekli sol ayağımı neden çektiniz? “diye sordu. Halbuki seanslarda kişiye hiç dokunmam. 30-35 dakika sürer ve uzaktan el sürmeden gerçekleşir seanslarım. “Ben dokunmadım” dedim. İnanmadı tabii. Ama sonra kalktı, ileri geri yürüdü ve bana dönüp; “Benim sol bacağım bir santim kısaydı. Hafif sekerek yürürdüm. Ama şimdi ikisi de aynı olmuş. Uzamış. Sağolun” dedi ve gitti.

Yine bir seanstayım. Bitmesine 5 dakika kalmış. Yatan kişi birden gözlerini kocaman açtı. Uzağındaydım ama göz göze geldik. Açmasıyla kapatması bir oldu. Seans bitince sordum: “Ne oldu? Niye öyle birden gözlerinizi açıp, hayalet görmüş gibi baktınız?” Cevabı için bir süre bekledim. Suyundan bir yudum aldı ve “Nilgün hanım, siz bana dokundunuz sandım ve açtım gözlerimi. Ama baktım ki siz uzaktasınız. Dokunan siz değildiniz. Ve hemen omzumun yanında devasa yeşil bir yaratık gördüm” dedi. Bunlar yaşadığım yüzlerce ilginç şeylerden bazıları.

Mesela eylül başında bel fıtığı ameliyatı olacak bir arkadaşım, iki seansta bomba gibi oldu. Ameliyatını iptal etti. Bastonuyla yarım saatte üçüncü kata çıkan MS hastası, üç seanstan sonra basamakları bastonsuz ve normal tempoda çıkmaya başladı. Ama lütfen şu noktaya bir açıklık getirmek istiyorum; bu demek değildir ki, her bel fıtığı, her MS, her kanser ve benzeri hastalıklar her seferinde iyileşir. Bu tamamen o kişiyle evrenin arasında, o alanda uygun görülen çalışma ile ilgilidir. Üç kişi migren şikayetleri ile gelir, ikisi şifa bulur. Diğeri bulmaz. O zaman demek ki bu kişinin o anda, bana seansa geldiği anda şifa alması uygun görülmemiştir. Zaten en fazla üç ya da dört seans yaparım. Eğer üçüncü seanstan sonra da hiçbir farklılık yoksa, devam etmem.


“Köpekleri konuştururum, arabamla kırmızı ışıkta beklerken önümden geçen bekleyen insanlara roller verir, müzik eklerim.”

Size gelen kişilerin, sizi nasıl tanımlamasını tercih ediyorsunuz? Şifacı mı yoksa başka bir tabir mi?

Bildiklerimi paylaşmasını seven biriyim. Eğer birşey birisine iyi geliyorsa, başka birisine de iyi gelebileceğinden yola çıkarak, diğer kişiye de onu vermek isterim. Hayal gücüm ve hislerim kuvvetlidir. Her an, her saniye bir senaryo yazarım beynimde. Köpekleri konuştururum, arabamla kırmızı ışıkta beklerken, önümden geçen, bekleyen insanlara roller veririm, müzik eklerim. Susup dinlemeyi, gözlemlemeyi severim. Bu konulara hakimim diye guru havalarına asla girmem. Dans etmesini sever, arkadaşlarıma vakit ayırır, herkes gibi ağlar, kızar ve mutlu olurum.

Her anne gibi oğlumu merak eder, nerede ne yapıyor, neden beni aramadı diye tasalanırım. Doğru yanlış diye bir kavramım yoktur. Dersler vardır. Ya geçerim ya sınıfta kalırım. Hayatımın akıcı ve kolay geçmesini istediğimden, olayları ve kişileri yargılamam. Genelde an da kalırım. “Madem özgür irademle dünyaya gelmeyi seçtim, o zaman bu dünyaya acı çekmek için değil, keyif almak için geldim” derim. Fizikden ziyade ruha aşık olurum. O yüzden hiç dünyevi aşk acısı çekmedim. İnsanları sevdiğimden, yaptığım işi de severek yaparım. İnsana, değerli olduğunu göstermeye, yaşam kargaşasında unuttuğu niteliklerini hatırlatmaya ve farkındalığa yükseltmeye çalışırım. Benim için şifacı, insanı özgürlüğüne kavuşturan ve şifanın gerçekleşmesine izin veren kişidir. Bu yaşamdaki görevim kişiyi yaradılışın kaynağına götürmek, onu saygı, sevgi ve sessizlik içinde izlemektir. Ne olduğuma okuyucu karar versin diyelim.


Size seansa gelen kişilerin yüksek beklentileri oluyordur. Bir an önce iyileşmek ya da psikolojik olarak düzelmek gibi. Gelen kişilere hazırlıklı olmaları açısında seans öncesi neler anlatıyorsunuz?

Seanslarıma gelenlere ilk açıkladığım şey bu çalışmanın bir teşhis ve tedavi olmadığı, hiçbir şekilde söz ve garanti vermediğim ve bunun fiziksel, ruhsal, duygusal ve zihinsel yolla akan bir şifa olduğudur. Bunun evrenin inanılmaz zekası tarafından talep eden kişiye aktarılan ışık, bilgi ve enerji üçgeni olduğunu anlatırım. Düşünsenize ne kadar muhteşem birşey. Evrenin size sunacağı bir şifa. Tam size göre ayarlamış, hazırlamış. Niyet ettiniz ve seansa geldiniz. Sizi hemen tanıyor ve neyiniz eksik, ne bozulmuş anında biliyor. Çünkü onda orijinal haliniz mevcut. Sanki mukayese ediyor ve eksik parçaları yeniliyor. Süresi, yeri, şekli ve neyi değiştireceğine o karar veriyor. Ben karar vermiyorum. Her zaman bir adım geriden takip ederim.

Siz bana deseniz ki, “Nilgün hanım, dünkü seans çok muhteşemdi , aynısından yapar mısınız?”. “İmkansız” derim. Ya da “arkadaşımın migreni geçmiş seansınızdan sonra benimki de geçsin aynısını yapın” deseniz, ona da imkansız derim.

Gelenler tabii merakla sorarlar ve şikayetlerini anlatırlar. Haklılar da. Şu hastalığa iyi gelir mi, iyileşir mi, neler olacak seansta. Ben de saygı ile dinlerim ama dinlerken de bir yandan çocuksu merakımla acaba bu seansta neler olacak diye heyecanlanırım. Sadece bu şifanın herkese aktığını söyleyebirim. Inanıp inanmaması, şikayetinin ne olduğu, klinik bulguları, ilaç kullanıp kullanmaması akacak olan şifayı hiç etkilemez. Beni de.

Bazıları üç seans aldık hiçbir şey hissetmedik diye giderler evlerine. Hatta “o kadar da para verdim” diye düşünen dahi olur gibime geliyor. Aslında hiç de öyle göründüğü gibi değildir. Hayatı birden değişiverir. Karşısına öyle olaylar ve insanlar çıkar ki, bir anda bütün dertlerini alıp götürür. Ya da cevabı seans sonrası yaşadıklarındadır. Şifa olmuştur işte. Ben yanında olsam da olmasam da... Enteresan olan ise; kendisi farkında bile değildir bunun. Lafı gelmişken hemen belirtmek isterim. Size bir şifacı “senin kalp çakran kapalı, üçüncü gözün çok açık, sen çok özelsin, ben seni iyileştireceğim, sende özel yetenekler var, bana 10 seans geleceksin, sana söylediğim kelimeleri günde on kere tekrar edeceksin” gibi şeyler söyleyebilir. Ya da toplu çalışma yaparlar. Önce bir guru oturur en önde. “Tapının bana. Benim size vereceğim tekerlemeleri söyleyeceksiniz” der. İşte o kişi benim için şifacı değildir. O benim için egosu yüksek, kendisine tapılmasını isteyen, bağımlılık yaratan ve her gittiği yere müritlerinin arkasından gelmesini isteyen ruhsal egodur. Hatta spiritüel tüccardır da diyebilirim. Benim şifacılık hayatımda böyle birşey yok. Sakın alınmasın şifacı gurular. Kendilerini geliştirmeye başlasınlar bence.

Nilgün Sarar bu işte istediği noktada mı, yoksa daha gideceği/katedeceği, arzuladığı yollar var mı?

Var, evet. Enerji ve farkındalık çalışmalarını Türk insanıyla daha çok paylaşmak, bu çok derin ve köklü milletin eşine rastlanmayan hoşgörüsünü, yardımseverliğini, dostluğunu açığa çıkarmak, insanların kendileriyle daha barışık olmasını sağlamak ve Türkiyenin o güzel enerjisini daha fazla ışığa kavuşturmak istiyorum. Ayrıca yaşadıklarımı, düşüncelerimi ve paylaşmak istediklerimi yazmak istiyorum. “Kitap yazacağım” cümlesini kullanmaya pek cesaretim yok henüz. 

Son zamanlarda kitap yazmak isteyenler çoğaldı gibime geliyor. Sağdan soldan okuyup, bir parça The Secret kitabından kopyalayayım, bir parça falanca yazarın imgeleme kitabından ekleyeyim, biraz Dan Milmann, biraz Louise Hay, bir lokma da Fred Alan Wolf’dan kuantum katayım. Oldu size falanca şifacı kitap yazdı. Türkiye’de maalesef şifa üzerine çok var bu tür toplamalar. Benimki olursa kendi çapımda birşey olur herhalde. Bir de alternatif şifa çalışmalarımı hastanelere kazandırmak isterim. Herhalde özel hastaneler demek daha doğru olur. Ara sıra sessiz sedasız hastanede yatanlara seans yapıyorum. Yaptığım istatistiklere dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, ameliyat sonrası iyileşmeyi çok hızlandırıyor bu seanslar. “Aman kimse duymasın olur mu, ben size seansa gelmek istiyorum” diyen çok tıp doktoru var. Bütün bu arzularımın gerçekleşmesi için niyet ettim. Bakalım görelim, “kendimi akışa bıraktım” diyebilirim.


İnfo@nilgunsarar.com

Röportaj: Dicle Aslı Mursaloğlu