22 Mayıs 2012 Salı

Gizli Katil; Hipertansiyon

Tansiyon, gerek dünyada, gerek ülkemizde çok sık görülen ve giderek de artan en önemli sağlık sorunlarından birisidir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, “önlenebilir ölüm nedenleri” içinde ilk sıradadır. Yüzyılın epidemisi olarak kabul edilen hipertansiyonun dünyada her yıl 7. 6 milyon kişinin erken yaşta ölümüne ve 90 milyon kişinin maluliyetine yol açtığı bildirilmekte ve 2025 yılında 25 yaş üstü erişkinlerin üçte birinde hipertansiyon ortaya çıkması öngörülmektedir. Eskiden daha çok zengin ülkelerin hastalığı olduğu düşünülen hipertansiyonun, aslında “az gelişmiş ülke hastalığı” olduğu ve önümüzdeki 10-15 yıl içinde özellikle, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya ve Orta Avrupa devletleri gibi, gelişmekte olan ülkeleri etkilemesi beklenmektedir. 2025 yılında hipertansiyon olgularının ¾’ünün gelişmekte olan ülkelerde ve orta yaş grubunda (çalışan ve üretken grup) olması da beklenmektedir.

Amerikan Hastanesi İç Hastalıkları Bölümü’nden Prof. Dr. Sunay Sandıkçı ile sinsi hastalık tansiyonu konuştuk. 


Tansiyon Sinsi Bir Hastalıktır

Hipertansiyon tedavi edilmez ve kontrol altına alınmaz ise; başta kalp, beyin ve böbrekler olmak üzere pek çok organda harabiyete neden olarak kalp krizi, kalp yetmezliği, felç, böbrek yetmezliği vs. ile insanların ölümüne yol açar. Bu organlardaki harabiyet, kan basıncı ne kadar yüksekse o kadar hızlı olmaktadır. Seyrek olarak baş ve ense ağrısı, kulakta uğultu, çarpıntı hissi, sürekli yorgunluk duygusu olsa da genellikle belirti vermez ve çoğu kez kendini iş işten geçtikten sonra gösterir. O nedenle sizin için tek uyarıcı, ölçtürdüğünüz kan basıncı değerinizdir. Normal kan basıncı 120/80 mmHg’nın altıdır. Kan basıncınız 140/90 mmHg veya üstünde ise yüksektir, doktora başvurmak gerekir. 120-140/80-90 mmHg ise “prehipertansiyon” dur, önlem alınmazsa ilerki yıllarda hipertansiyon gelişebilir. Hipertansiyonu olan hastaların ancak çok az kısmında kan basıncını yükselten bir sebep (böbrek hastalığı, endokrin hastalıklar, uyku apnesi ve ilaç kullanımı) mevcuttur. Çoğu hastada ise gösterilebilir bir neden yoktur. 

Stres Tansiyon Habercisi!

Hipertansiyon sıklığı yaşla artmakla birlikte obezlerde, diabetiklerde, hiperlipidemisi olanlarda, fizik aktivitesi az olanlarda, fazla tuz tüketenlerde ve ailesinde hipertansiyon öyküsü olanlarda daha fazladır. Hipertansiyonun ortaya çıkmasında genetik faktörlerin rolü vardır. Bugünkü bilgilerimize göre, bir kişide hipertansiyonun gelişip gelişmeyeceği daha fetal hayatta iken programlanmaktadır. Düşük doğum ağırlıklı kişilerde ileriki yaşlarda hipertansiyon gelişme riskinin yüksek olduğu ve doğum ağırlığında 500 gr. azalmanın, hipertansiyon gelişme riskini %42 arttırdığı gösterilmiştir. Diğer bir ifade ile kişinin taşıdığı genetik özellikler yanında, annesinin hamilelik dönemindeki beslenme eksikliği, aldığı ilaçlar, hastalıkları ilerde hipertansiyon gelişme riskini belirlemektedir. Hipertansiyonun ortaya çıkmasında stresin (özellikle de iş stresi) önemli olduğu bilinmektedir. Uzun çalışma süresinin hipertansiyon gelişme riskini artırdığı düşünülmekte olup, çalışmalarda haftada 51 saatten fazla çalışanlarda hipertansiyon riskinin, 40 saatten az çalışanlara göre %29 daha fazla olduğu gösterilmiştir. 

Nüfusun %31. 8’i Tansiyon Hastası

2003 yılında yapılan Türk Hipertansiyon Prevalans çalışması sonuçlarına göre, ülkemizde 18 yaş üstü erişkin nüfusun %31.8’inde hipertansiyon mevcuttur ve bu hastaların ancak % 31’i antihipertansif tedavi almaktadır 
Kan basıncı ölçülürken aşağıdakilere dikkat edilmelidir.
• KB ölcümlerine başlamadan önce, kişinin sessiz bir odada birkaç dakika oturması sağlanmalı
• En az 5 dakika sandalyede oturduktan sonra, ayakları yere basarken ve kalp seviyesinde desteklendikten sonra ölçülmeli
• 1-2 dakika arayla en az iki ölçüm yapılmalı ve ilk iki ölçüm birbirinden büyük ölçüde farklıysa, ek ölçümler yapılmalı
• Standart bir manşon (35 cm uzunluğunda ve 12-13 cm genişliğinde) kullanılmalı (ancak şişman ve zayıf kollar icin de, sırasıyla, daha büyük ve daha küçük manşonlar kullanılmalı) 
• Kişinin pozisyonu ne olursa olsun manşon kalp duzeyinde olmalı. 
• İlk muayenede, periferik damar hastalığına bağlı olası farklılıkları saptamak icin KB iki koldan ölçülmeli. Bu durumda, referans olarak en yuksek değer alınmalı. 
• İleri yaştaki diyabetik hastalarda ve bazı özel durumlarda kan basıncı, ayakta da ölçülmeli. 

Son zamanlarda ev kullanımına uygun aletler geliştirilmiştir. 

Evde KB ölçümünde :
• Onaylanmış bir alet kullanılmalı. 
• Bilekten ölçen aletler önerilmemekte. 
• Semi-otomatik aletler tercih edilmeli. 
• Kol kalp hizasında olmalı. 
• Kişi ölçümler arasında fark olabileceğini bilmeli. (kan basıncının normal günlük değişkenliği var)

Türkiye’de nüfusun yaklaşık üçte birinin kan basıncını hiç ölçtürmediği ve hipertansiyonu olanların %60’ının kan basıncı yüksekliklerinin farkında olmadığı bilinmektedir.

Bilinçlenmeliyiz 
Hipertansiyon tedavi edilebilir bir hastalıktır. Tedavide amaç; sadece kan basıncını düşürmek değil, organlarda harabiyet oluşmasını da önlemektir. Hipertansiyon tedavisi ile organ harabiyetlerinin belirgin oranda azaltılabileceği gösterilmiştir. En büyük sorun, hipertansiyon hastalarının çok önemli bir bölümünün hastalığının farkında olmamasıdır. Türkiye’de hala erişkin nüfusun yaklaşık üçte birinin kan basıncını hiç ölçtürmediği ve hipertansiyonu olanların %60’ının kan basıncı yüksekliklerinin farkında olmadığı bilinmektedir. Yüksek kan basıncında, can ve yaşam kalitesini korumanın tek yolu, organlarda hasar gelişmeden erken tanı konabilmesi; bunun tek yolu da zaman zaman yaş ilerledikçe daha sık tansiyon ölçtürmektir. 

Hipertansiyon Tedavisinde Kilo Kontrolü Çok Önemlidir
Tedavide ilaçların yanında, yaşam tarzı değişikliği denilen ilaç dışı tedavi çok önemlidir. Yaşam tarzı değişikliğinin kan basıncını düşürdüğü, ilaç ihtiyacını azalttığı ve kalp damar sisteminin değiştirilebilir risk faktörlerini iyileştirdiği bilinmektedir. Hipertansiyon tedavisinde kilo kontrolü çok önemlidir. Obezlerde verilen her kilo ile kan basıncı düşmeye başlar ve 10 kg. kilo kaybı sistolik kan basıncını 5-20 mmHg düşürür. Diğer yandan bol sebze-meyve ve yağsız süt ürünlerinden zengin, az yağlı diyetin bir ilaç kadar kan basıncını düşürücü etkisi olduğu ve bu etkinin kısa sürede (maksimum 2 haftada) ortaya çıktığı gösterilmiştir. Diyette tuz kısıtlaması önemlidir ve günlük tuz tüketimi 6 gramı (2 çay kaşığı) aşmamalıdır. Türk halkının tuz tüketiminin fazla olduğu (kişi başı yaklaşık 18 gram) göz önüne alındığında, tuzun azaltılması özellikle önemlidir. Tuzun azaltılması ile kan basıncının düşmesi 4-6 haftada kendini gösterir. Tuzu aniden kesmek zordur. Tuz yavaş yavaş azaltılırsa, vücudun tekrar fazla tuz istemediği gösterilmiştir. Ayrıca günlük alınan tuzun %80‘inin hazır gıdalardan alındığını bilmek ve mümkün olduğunca hazır gıda tüketimini azaltmak gerekmektedir. Diyette tuzun azaltılması sadece kan basıncını düşürmez, aynı zamanda KB dan bağımsız olarak yeni oluşabilecek koroner kalp hastalığı, myokard enfarktüsü ve felç riskini azaltır. Ayrıca mide kanseri, böbrek hastalığı riski azalır ve kemikler korunur. Alkol alımı azaltılmalı, erkeklerde günde 2, kadınlarda ve zayıflarda ise günde 1 ölçüyü aşmamalıdır. Düzenli egzersiz, hipertansiyon tedavisinin vazgeçilmezlerinden olup, haftanın çoğu günü olmak üzere günde 30 dakika kadar tempolu yürüyüş önerilmektedir. Yüzmenin de benzer etkisi mevcuttur. Egzersize hafiften başlamalı, giderek artırılmalı, ağır egzersizden kaçınılmalıdır. Stres azaltıcı yöntemlerin (yoga, hafif müzik dinleme vs) faydalı olduğu gözlenmiştir. Sigaranın bırakılması da oldukça önemlidir. 

Risk Yüksek ise İlaç Tedavisine Başlanır
Hipertansiyon ömür boyu süren bir hastalık olduğuna göre, tedavisi de sürekli ve ömür boyu olmalı; ilaç alsın almasın tüm hipertansif hastalar ve hatta prehipertansif olanlar yaşam tarzlarını değiştirmeye ve sağlıklı yaşam kurallarına uymaya özen göstermelidir. Yaşam tarzı değişikliği ile kontrol altına alınamayan veya kalp-damar hastalığı riski yüksek hastalarda ilaç tedavisine başlanır. Şu anda piyasada oldukça etkin, güvenli ve kan basıncını düşürmenin ötesinde olumlu etkileri olan ilaçlar mevcuttur. İlaç tedavisi kişiye özel olarak, kişinin kardiyovasküler diğer risk faktörleri, gizli veya aşikar organ harabiyeti varlığı ve birlikte olan hastalıkları göz önüne alınarak düzenlenir. Yüksek riskli hastalarda ilaç tedavisine hemen başlanmalı ve kan basıncı süratle kontrol altına alınmalıdır. Tedavinin etkinliği ve ilaç tedavisine uyumu izlenmelidir. Tedavide hedef, kan basıncının 140/90 mmHg altına indirilmesidir ki, bu değer diabetiklerde, kronik böbrek hastalığı ve koroner kalp hastalığı olanlarda 130/80 mmHg altıdır. Eğer tedavi ile kan basıncı bu değerlerin altına inmiyorsa hipertansiyonla ile ilişkili risk devam ediyor demektir. Maalesef ülkemizde hipertansiyon kontrol oranı oldukça düşük olup tüm hipertansiflerin %13.7’sinde, ilaç alanların ise sadece %27.3’ünde hedef değerlere ulaşılabilmektedir. Klasik tedavi ile başarı oranı bu kadar düşük iken, yeni ilaçlar ve gelecekte umut vaadeden yeni tedavi yöntemleri üzerinde çalışmalar sürmektedir. Hipertansiyon aşısı ve gen tedavisi üzerinde de yoğun araştırmalar devam etmektedir. Ancak bu tedavilerin klinik kullanımımıza girip giremeyeceğini, yoğun bir şekilde devam etmekte olan çalışmaların sonuçları gösterecektir. 

Yüksek Tansiyon Hastaları Nasıl Beslenmeli?
• Potasyum kaybını önlemek için, sebzeleri buharda ya da az suda ve içine tuz koymadan pişirmek gerekiyor.
• Muz, potasyum içeriği en yüksek yiyeceklerden biridir. Sabah kahvaltıda ve ikindi ara öğününde tüketeceğiniz birer adet muz size sadece ihtiyacınız olan potasyumu değil, magnezyum, C, A ve B6 vitaminleri gibi çok önemli besin unsurlarını da kazandıracaktır.
• Yemeklerde potasyumdan zengin maydanoz, nane, kekik, dereotu, limon suyu, soğan gibi tat vericiler kullanılmalı. 
• Sodyum alımı günlük 1,5-2,5 gram arasında olmalı (4-6 gram tuz). Sodyum alımını bu düzeyde tutmak için yemekler tuz konmadan pişirilmeli, ekmeğin de az tuzlu olmasına özen gösterilmeli,
• Hazır gıdalardan uzak durulmalı,
• Az yağlı süt, yoğurt ve peynir tüketilmeli,
• Haftada en az 2 kez balık tüketilmeli,
• Haftada bir kaç kez kuru fasülye, bezelye, mercimek, yağsız et ve kümes hayvanları yenmeli,
• Tuz ve saf şeker miktarı kısıtlanmalı,
• Haftanın 2-3 günü, en az 30 dakika egzersiz yapılmalıdır.

Ülkemizde hipertansiyon kontrol oranı oldukça düşük olup tüm hipertansiflerin %13. 7’sinde, ilaç alanların ise sadece %27. 3’ünde hedef değerlere ulaşılabilmektedir.

Hipertansiyon Önlenebilir Veya Geciktirilebilir Bir Hastalıktır! 
Bu konuda yoğun çalışmalar sürmektedir. Bunun için obeziteye dur demek, tuz tüketimini azaltmak, özellikle çocuklara sağlıklı yaşam kurallarını öğretmek, gebelikte beslenmeye önem vermek bebeklerin anne sütü ile beslenmesini motive etmek faydalı olabilir. 

Tansiyon (Kan Basıncı) Ölçümü
Doğru ölçüm için uygun alet ve uygun teknik gerekir. Kan basıncının standart ölçümü, sfingomanometre denilen alet ve bir stetoskop ile olur. Kişiye uygun büyüklükte manşon dirsek üst kısmına takılır. El bileğinden veya dirsek iç tarafından nabız hissedilir. Manşon, nabız kaybolduktan sonra 20 mmHg daha yukarıya kadar şişirilir. Dirseğin iç kısmında nabzın hissedildiği noktaya steteskop konur ve basınç çok yavaş olarak (saniyede 2 mmHg) indirilir. Sesin ilk duyulduğu değer sistolik kan basıncını verir. Basıncı azaltmaya devam ederken, sesin kaybolduğu değer diastolik kan basıncı değeridir.

11 Mayıs 2012 Cuma

Engelli Olmak İçin Sebep Çok !


Engelli kavramı, toplumumuzda farklı tanımlar içinde karşımıza çıkmaktadır. Fakat ortak bir noktada buluşup engelli kavramını açıklamak istersek; engelli, doğuştan veya sonradan meydana gelen hastalıklar ya da kaza sonucu oluşan sakatlıklar (fiziksel, zihinsel, ruhsal, duyusal) sonucunda yaşamının birçok alanında kısıtlanan ve engellerle karşılaşan kişidir.


Toplumsal Tutumumuz Değişmeli



Yaşadığımız semtte bir çok engelli kişi olabilir. Fakat bizler bunun farkında olmayabiliriz. Çünkü birçok engelli, toplumsal tutumumuzdan dolayı evlerinden dışarı çıkamamaktadır. Bu durumun nedenleri, toplumun engelli kişileri dışlaması ve engellilere yönelik çalışma şartlarının yetersiz oluşudur. Ülke nüfusumuzun %13’ü engellidir. Verilen rakamın oldukça fazla olmasına rağmen, engelliler için yapılan çalışmalar, ihtiyaçlar doğrultusunda sınırlı kalmaktadır. Toplumumuzun duyarlılık ve farkındalığını arttırması gerekirken, maalesef bu farkındalık ve duyarlılık, engelli kişiye acıma ve küçümseme şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Toplumun sergilediği bu tutum, engelli bireylere zarar vermektedir. Peki, neden engellilere acırız? Bu soruyu içimize dönüp sorguladığımızda kesinlikle vereceğimiz cevap “iyi niyet”tir. Çoğu insan bir engelli ile karşı karşıya geldiği zaman yardım etmek ister. İçinden “Allah korusun, Allah yardım etsin” gibi cümleler geçirir. Peki bu cümleler haricinde onlar için yapabileceğimiz bir şey yok mu? Kesinlikle var… Öncelikle zihinsel engellerimizi kaldırmamız gerekiyor. Bunu da empati yoluyla kolaylıkla yapabiliriz. Engelli bireyi anlayıp algılamamız içinde, engelliler hakkında bir çok şey öğrenmemiz gerekmektedir. Bir engelli ile karşılaştığımızda acıma duygumuzun ön plana çıkması tabii ki insani bir durumdur ama bunu dışarıya yansıtıp karşı tarafa hissettirmek yanlış bir tutumdur. İçimizde oluşan bu insani acıma duygumuzun, engelli kişilerin yaşam koşullarının düzeltilme çabasına dönüştürülmesi gerekmektedir. Kimi kişiler bir engelli ile karşılaştığında gözlerini birden kaçırıp, engelli kişiye bakmamaktadır. O anda bunu fark eden engelli kişi, kendi içinde büyük bir üzüntü taşımaktadır. Ayrıca engelli bireyler için taşıdığımız, “hiçbir şey yapamaz” düşüncesini de aklımızdan atmamız gerekmektedir. Çünkü engelli bireyler kesinlikle tam anlamıyla yetersiz değillerdir. Onların da yapabilecekleri birçok iş vardır. Engelliler, toplumumuzun ön yargılarından dolayı, sosyal alanlarda yetersiz kalıp kendilerini ciddi anlamda mutsuzluğa sokmaktadırlar. Bu toplumda yaşayan herkes, engelliler için mutlaka bir şeyler yapabilir. Ama önce kendi ZİHİNSEL ENGELİMİZİ KALDIRMALIYIZ! Çünkü bugün sağlıklı olmamız, yarın da olacağımız anlamına gelmiyor…



15 yıldır dernekte gönül vererek çalışmış Türkiye Sakatlar Derneği Genel Sekreteri Sayın Yılmaz Demirel’e engellilerin yaşadığı zorlukları sorduk ve onlar için neler yapılması gerektiğini konuştuk.



Ülkemizde engelliler için birçok terim kullanılmaktadır. Engelli, sakat veya özürlü. Bu terimler arasında bir fark var mıdır?

Türkiye’deki bu kavramlar Türkiye'nin büyümesi, sanayileşmesi ve yılların geçmesi ile oluştu. Anımsarsınız, önceden özürlü ya da engelli diye bir terim yoktu. Her zaman sakatlık üzerinden gidilirdi. Mesela futbol maçında şöyle bir şey vardı; “Sert giren futbolcu sakatlandı”, ama oradaki imge neydi? Ayağa ya da kola gelen bir darbeden dolayı oluşan sakatlık. Şimdi bu, Türkiye’deki yapı gelişince, nüfus artıp sanayileşmeyle ile birlikte bu etken çoğalınca, yeni oluşan kurumlarda sakatlık terimi olduğu gibi onun yerine engelli ya da özürlü terimleri de kullanılmaya başlandı. Bir örnek vererek açıklama yapmak istiyorum. Siz bu odadasınız ve sağlam bir insansınız. Ben sizin camınızı, kapınızı kapatırsam sizin buradan çıkmanızı engellemiş olurum. Peki siz engelli misiniz? Özür kelimesi ise; defo ya da bir kabahat sonrası kendisini affettirmeye ilişkin bir talep anlamına geliyor. Ama biz sakatlar olarak dile getirdik çünkü Türkiye Sakatlar Derneği, 1960 yılında kuruldu. Kurumumuz İstanbul Tıp Fakültesi hocalarının katkılarıyla 1958’de temellerini attı. O zaman Türkiye Sakatlar Derneği adını aldık. Bizden sonra gelenler engelli veya özürlü ismi altında çıktılar. Daha sonra ise engellilerin birçok türü ortaya çıktı. Birbirinden ayırdılar. Bedensel, zihinsel, görme engelliler gibi. Kurumlar çoğalıyor, insanlar bu konuda özgür, kendilerine ne istiyorsa alabilirler. Çünkü biz kavramlara takılıp kalmıyoruz. Kim neyi nasıl hissediyorsa öyle yapmalı diye düşünüyoruz. 



Sizin, Türkiye Sakatlar Derneği’ne gelişiniz nasıl oldu?

Ben sağlam bir insanım. Buradaki genel başkan benim bir arkadaşımdı. Bir başka oluşumda birlikteydik. Engelli insanların yararına yapılacak bir şeyler olduğunu gördüm, çünkü Türkiye’de “Sakatların sorunlarını sakatlar çözsün, esnafın sorunlarını esnaf çözsün, hemşirenin sorunlarını hemşire çözsün” gibi bir anlayış var. Ben bunun böyle olmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Yani sakatların sorununu çözmek için, illa sakat kalmam gerekmiyor. Size bir soru sormak isterim. Hayvan haklarını kimlerin koruması gerekir bu ülkede? İnsanların tabii ki. Kadın haklarını korumamız için illa kadın mı olmamız lazım? Bizler de kadına uygulanan şiddeti benimsemiyoruz. Şiddetle ret ediyoruz. İşte benim burada bulunmam bunları düşünürken gelişti. Yardım etmek istedim. Klasik bir söz var; “Her sağlam bir sakat adaydır diye, “Valla ülkemizde her an her şey olabilir. Mesela ben 15 yıldır bu kurumdayım. Sağlam halimle buradayım. Bundan 2 yıl önce bir trafik kazası geçirdim ve dört ameliyat atlattım. O süre zarfında yatağa bağlandım, kısa bir sürede olsa koltuk değneğiyle tekerlekli sandalyeye bindim. Konuşmalarımda arkadaşlarıma hep şunu söylüyordum “Sizin yaşadıklarınızı görüyorum. Ama ne hissettiğinizi tam olarak hissedemiyorum”. Kazadan sonra ise şöyle dedim “sizin ne hissettiğinizi biliyorum”. 



Toplumumuzun engellilere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumumuz engellilere genel anlamda acıma çerçevesinde bakıyor diyebilirim. “Vah vah zavallı, aman koşalım yardım edelim”. Oysa sakat, engelli veya özürlü adına ne derseniz deyin bu insanlara acımadan, onların da hakları olduğunu bilerek, onların da bizimle eşit şartlarda yaşama katılması için, onların önlerindeki engelleri kaldırmamız gerekiyor. Türkiye’de bugün 2005 yılında çıkmış olan 5378 sayılı “Özürlüler Kanunu” var. Eksikliklerine rağmen, ete kemiğe büründürülmüş bir kanun oldu diyebilirim. Mesela, orada mimari engelliler konusunda, yerel yönetimlere 7 yıllık bir zaman dilimi tanıdılar. Bir engellinin tapuda işi olamaz mı? Oluyor. Telekom da işi oluyor, noterde işi oluyor. Bu kişilerin sokağa çıkamamasında ki en büyük engel şehir mobilyalarının düzensizliği. Çünkü yerel yönetimlerimiz sağ olsunlar, zaman dilimini artık şaşırdım, sürekli kaldırım yenilmesi yapıyorlar. Kaldırımlar yüksek. Hepsi genç ve sportmen insanlar için tasarlanmış. Oysa bu ülkede engellilerin yanı sıra belirli bir yaştan sonra vücut fonksiyonları yavaşlayan yaşlılar, hamile kadınlar ve çocuklar da var. 35 cm. yüksekliğinde kaldırım olur mu? Kaldırımın önüne rampa yapıyorlar ortasında elektrik direği, hemen bitiminde telefon santral kulübesi ya da ağaç koymuşlar örnekler çok. Toplum sakat insanlara acımadan yaklaşsın ve lütfen sadece fırsat versinler. Onların da neler yapabileceklerini göreceklerdir. 



Engellilerin en fazla karşılaştıkları problemler mimari sıkıntılar ve toplumumuzun davranışları ile ilgili… Bu konuda toplumumuzu bilinçlendirmek adına neler söyleyeceksiniz?

Birkaç şeyi belirterek başlamak istiyorum. Ben tanrıya dilekçe vermedim, İstanbul’da yaşayayım ve engelli olayım diye. Bu, sistemin aksamasının bir sonucu. Bu aksama Güneydoğu’da akraba evliliği sonucu karşımıza çıkıyor. İç Anadolu’da eğitimsizlik olarak çıkıyor. Doğuda bakımsızlık, batıya yaklaştıkça ise, sanayileşmenin getirdiği bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Bugün trafik, Güneydoğu’da yaşanan kirli savaş, mayın kurbanları, maganda kurşunu, iş kazaları, hekim hataları gibi sayabileceğim birçok şey var. Türkiye’de insanların engelli olması için o kadar çok sebep var ki… Kaldırımdan yürüyorsunuz yukarıda hanımın biri cam siliyor ayağının değdiği çiçek saksısı arkadaşımızın kafasına düşüyor ve vefat ediyor. Türkiye’de maalesef insan yaşamı bu kadar basit. Engelli olmak için sebep çok ama Türkiye Sakatlar Derneği olarak kurumumuzun öncelikli hedefi, Türkiye’de sakatlığın artmasını engellemek.



Toplum engelli insanlara yaklaşırken onları ötekileştirmemeli !!!

Çünkü bataklığı kurutmak gerekiyor. Sivri sinek olayındaki gibi sivri sineği öldürmek istemiyoruz! Bataklığı kurutunca zaten sivri sinek olmayacak. Önce sakatlığın artmasını engellemek istiyoruz. Eğitimin önemli olduğunu düşünüyoruz ama şimdi Türkiye’deki eğitim sistemine, müfredata baktığımız zaman çok da engelliler düşünülmemiş. Ortopedik engelli olarak okula giden bir çocuğumuz vardı. Aileler veliler hemen imza toplayıp müdüre vermişler. “Çocuğumuzun bununla okumasını istemiyoruz” diye. Ayrımcılığa orada başlıyoruz. Ortopedik engelli bir çocuğun okula gitmesinde herhangi bir engel yok. Zaten bizim körler için ayrı, zihinsel engelliler için ayrı ayrı okullarımız var. Yeterli mi? Değil. Ama ortopedik engelli çocuklar için kaynaştırma eğitiminden yanayız biz. Çünkü onun engeli sadece ayak ya da ellerinde. Tekerlekli sandalyesinde de olsa binip gidiyor. Onun beyniyle ilgili herhangi bir sorunu yok. Engellilerde bugün okur yazar oranı %66 düzeyinde. Mesela; üniversite mezunu engelli sayısı %2’lerde ve bunların birçoğu da engelleri zorlayarak eğitim almış insanlar. Ya da eğitimli bir insan düşünün, bir trafik kazası geçirdi ayağını kaybetti, oldu size engelli ama yine üniversite mezunu. O yüzden toplum engelli insanlara yaklaşırken ötekileştirmeden, ayrımcılığa uğratmadan onların da bir insan olduğunu bilerek yaklaşmalıdır. 



Peki, sizce devletimiz bu konuda neler yapıyor veya neler yapmalı?

Türkiye’de engelli haklarıyla ilgili ilk kazanım, Bülent Ecevit döneminde, ünlü 1475 sayılı iş yasasıyla ilgili yapılan bir düzenlemeydi. 100 işçi çalıştıran yerlerin %2 oranında engelli çalıştırmaları ön görüldü. Bu 55. Hükumet döneminde biraz daha ilerletildi. 571, 572 ve 573 sayılı kanun hükmündeki kararnamelerle bunlar düzenlendi. En son 57. Hükumet döneminde, bahsettiğim gibi 5378 sayılı özürlüler yasasıyla ete kemiğe büründürüldü. Eksiklikler var ama kazanımlar da var. “Devletten bu konuda bizim beklentimiz nedir?” diye sorarsanız, sadece sorunlarımızı çözmesini istiyoruz diyebilirim. Bakın devlet yasa çıkartıyor, diyor ki “50 ve üzeri işçi çalıştıran yerler %3 ya da %4 engelli işçi çalıştıracak.” Buraya kadar güzel. Ama devletin 135 tane kamu kuruluşunda, şu anda 40 bin üzerinde engelli işçi açığı var. Bunun uygulanması gerekiyor. Bu böyle olunca da özel sektörü de denetleyemiyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı’nda, Diyanet İşleri’nde biz engelli arkadaş göremedik. Dışişleri Bakanlığı’nda da yok. Devletimizin bu konuda, biraz daha engellilere önem vermesini istiyoruz. Demek istediğim devletimiz bize hakem olsun biz kusurlarımızı çözeriz.



Dernek olarak bu zamana kadar neler yaptınız/yapıyorsunuz?

Uygar insanlar bir araya gelir çeşitli projeler üretirler. Farkındalık yaratarak toplumu kanalize etmeyi sağlarlar. Mesela biz, Türkiye Sakatlar Derneği olarak 1998 yılında Çorlu şubemizin ve o zamanki yerel ve kamu yöneticilerinin desteğiyle, bir ilköğretim okulu yaptık. Şu anda orada, 110 tane öğrencimiz eğitim görüyor. Bu bizim için çok anlamlı. 1998 yılında anahtarını da Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ettik. Onun dışında sokakta kalmış kimsesiz ve yaşlı engeliler var.“Doğuştan veya sonradan meydana gelen hastalıklar veya kaza sonucu oluşan sakatlıklar neticesi yaşamın birçok alanında kısıtlanan, engellerle karşılaşan kişiye engelli denir. “Çünkü değişen, modernleşen Türkiye ile birlikte aile yapısı da çözülüyor. Tek kalan, birçok yalnız ve yaşlı birçok insan var. İhtiyaçlarını göremiyorlar. Biz bu kişiler için Balıkesir Gönen’de, 500 yataklı bir yaşam evi yapıyoruz. Oranın bir katını, zihinsel engelli çocuklarımız için eğitim rehabilitasyon merkezi olarak düşünüyoruz. Gelip orada kalsınlar diye. Şu an kaba inşaatını bitirdik. Kendi çaba ve imkanlarımızla o yaşam evini bitirmeye çalışıyoruz. Onun dışında, yaptığımız Avrupa Birliği projeleri var. Engelli insanları iş sahibi yapıyoruz. Bilgisayar kursu var. Mesela, Mardin şubemiz kaybolmaya yüz tutan, Süryani geleneğinin telkari işlemeciliğini Mardin’de yapıyor. En son 7 ay önce New York’ta açılan Türk haftası fuarındaydık. Samsun şubemiz organik oyuncak üretiyor. Bütün bunların hep çalışmalarını engelli arkadaşlarımız yürütüyor. Burada asıl olan bizim için, insanın engelli de olsa insan olduğunun bilinmesi.Biz özellikle bunu istiyoruz. 



Son olarak, Türkiye Sakatlar Derneği olarak hedefleriniz nelerdir?

İstediğimiz, Türkiye toplumunda sakatlık, engellilik bilinci oluşturmak ve bu insanların da hak sahibi olduklarını duyurmak. Onurlu bir birey olarak, bu toplumda anayasanın getirmiş olduğu öncelikle eğitim, iş, sosyal hayata katılım ve kültürel yaşamın içerisinde olmak gibi hakların oluşmasına katkıda bulunduk. Bu anlamda çalışmalar yürütüp, toplumumuzu bilinçlendirmek için sayısız konferans ve panelle sorunlarımızı dile getirdik. Tabii ki, değişen ve gelişen Türkiye’nin nüfusu ile birlikte şubeler açtık. Şu an 70’e yakın şubemiz var. Bir de, derneğimiz 1963 yılından beri kamu yararına çalışan dernekler statüsündedir. Dediğim gibi öncelikle biz sakatlığın artmasını önlemek istiyoruz. Bilinçlendirmek istiyoruz. Çünkü bilinçli bir insan, hakkını da hukukunu da arar.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Şehir Yaşamıyla Gelen Gizli Tehlike; OBEZİTE !

Obezite ya da halk arasında bilinen adıyla “şişmanlık”, vücutta fazla miktarda yağ birikmesi sonucu ortaya çıkan ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Türkiye’de gittikçe yaygınlaşan obeziteyi, Dr. Ender Saraç ile konuşup sizlerle paylaşmak istedim.

Obezite tehlikesi hangi şartlarda ortaya çıkar? 

Obezite tespiti için vücut bileşenleri analiz cihazları var. Siz vücut bileşenleri analiz cihazına girdiğinizde sadece boy ve kilonuza değil, kas oranınıza, protein miktarınıza, hücre içi ve dışı sıvınıza, yağ oranınıza, yağ ve kas dağılım oranınıza ve gerçek fizyolojik yaşınıza kadar birçok veriye ulaşabiliyorsunuz. Bu cihazlarda, otomatik olarak bilgisayar programı ile kaçıncı derece obez olduğunuza dair direkt sonuç alabilirsiniz. Eğer bunu yaptıramıyorsanız, basit yöntemler ile de obezite tespiti yapabilirsiniz. Bunu da; kilonuzu, boyunuzun metre cinsinden karesine bölerek yapabilirsiniz. Bu çıkan değer 25’e kadar ise genelde bir tehlike yok. 25 ile 29 arası ise fazla kilolusunuz, 29’dan sonra ise ciddi obezite ortaya çıkıyor, 35’den sonra ise “morbit obez” dediğimiz çok tehlikeli ve ciddi hastalıkların başladığı obezite çeşidiyle karşılaşıyoruz. Biz, mesela boy ve kilosu normal gibi gözüken birçok kişiyi, vücut bileşenleri analizi cihazında yağ oranı fazla, kasları erimiş ve yağları da merkezi bölgede kötü bir şekilde dağılmış halde bulabiliyoruz. Örneğin hasta normal kiloda oluyor ama aslında sağlıksız. Buna mukabil 4 kilo fazla gibi gözüküp kastan kemikten almış kişilere de “sen kilo verme” diyoruz. Örneğin; iki tane yetmiş kilo olan kişinin bir tanesine “kilo al” diyebilirken, diğer kişiye “çok iyisin kilo alıp vermene gerek yok” diyebiliyoruz. Dolayısıyla tüm bunlar çok önemli ama en önemlisi vücut bileşenleri analiz cihazı ile ya da basit yöntemlerle, beden kitle endeksimizi mutlaka öğrenmemiz gerekiyor.

Türkiye’de özellikle çocuklarda ve gençlerde obezite çığ gibi büyüyor. İstatistiklere göre; obezitede İngiltere birinci, Portekiz ikinci, Yunanistan üçüncü. Türkiye ise dördüncüyken liderliğe doğru ilerliyor.


Küçük Amerika  Oluyoruz!

Türkiye’de obeziteyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye maalesef küçük Amerika oluyor diyebilirim. Dünyada obezitenin en yaygın olduğu yer, tıbbın en iyi olduğu ülke olan Amerika’dır. Oradaki Mississipi eyaleti bütün dünyada obezitenin en yaygın olduğu eyalet. Her üç kişiden biri obez. Bakın fazla kilolu değil, obez. Yani tıbbi açıdan risk taşıyan kişiler. Avrupa’da ise İngiltere birinci, Portekiz ikinci, Yunanistan üçüncü. Türkiye ise şu sıralar dördüncülükten liderliğe doğru ilerliyor. Türkiye’de özellikle çocuklarda ve gençlerde obezite çığ gibi büyüyor.


Obezitenin Türkiye’de gittikçe artmasının nedenleri nelerdir?

Bunun sebebi az hareket, genetiği değiştirilmiş, hormonlu, mevsim dışı, turfanda, konserve, koruyucu katkı maddeli yani insanın çok fazla burnunu soktuğu gıdalar. Özellikle de rafine gıdalar. Daha fazla kızartma yeme, refah seviyesinin artması ile lezzetli yiyeceklere daha kolay ulaşabilme, kırmızı et yeme, asitli şekerli ve yağlı içecekler içme, tuz oranının artması, çok fazla kimyasal ilaç kullanılması, uyku düzeninin bozulması ve stres obezitenin nedenlerinden diyebilirim.

Biz Dünyayı Bozduk!
Bizler denizi kirlettik; deniz ürünlerini bozduk. Tavukları kümese tıktık, suni yemlerle besledik; kümes tavukları ve yumurtaları doğallığını yitirdi. Büyükbaş hayvanları ahırlara tıktık; doğal beslenmelerini ve temiz havada olmalarını engelleyerek, kırmızı eti de bozduk. Mevsim dışı turfandalar, daha fazla verim için nadasa bırakmama, hormon ekleme, suni gübreler derken sebzeleri ve meyveleri de bozduk. Havayı, suyu kirlettik. Bunun yanında müthiş bir elektro manyetik kirlilik oluşturduk. Doğaya hiçbir şey olmaz. Dünyadaki en ileri, en güçlü ülkelerden biri bile olsanız, aniden olan dokuz şiddetindeki deprem doğa için tüm düzenlemeleri yapar. Sapanca Gölü’ne bakın, 17 Ağustos depreminde bütün o doldurulan yerler çöktü. Demek istediğim şu; doğa kaybetmez. Biz ne kadar burnumuzu sokup, doğal dengeleri bozmazsak; doğaya rağmen değil, doğa ile uyumlu olarak evrimleşirsek o zaman kalkınırız. Çok üzülerek ve tedirginlikle bekliyorum, Türkiye olarak daha yiyeceğimiz çok sert tokatlar sırada bekliyor. Çünkü İzmir ve İzmit Körfezi, Karadeniz kıyıları çok kötü durumda. Artık denize girilmiyor. Balıklar ölüyor. Bir kuduz şüphesi oluyor, binlerce köpek öldürülüyor. Bu yanlışlarla doğaya çok zarar veriyoruz. Dediğim gibi; “DOĞA KAYBETMEZ”. Doğa için küçük bir ayrıntı yeter. Kaybeden yine bizler oluruz. Bunu biz idrak edene kadar daha çok tokat yiyeceğiz. Ne zaman ki doğal dengelere dönmeye çalışırız, o zaman kayıplarımız olmaz. Bakın doğa ile birlikte yaşamak medeniyeti bırakmak demek değil, medeniyet ile beraber, birlikte devam edebilmek demektir. Mesela güneş, su ve rüzgar gibi enerjileri kullanmak çok iyi birer seçenektir. Zaten Allah bize tüm ham maddeyi vermiş. Biz aklımızı ve bilimi, doğa ile uyumlu olarak, Allah’ın yaratmış olduğu formata paralel olarak, ona rağmen değil, onunla beraber olarak kullandığımız zaman ödüllendiriliriz. 

Önce Ruhsal Obeziteden Kurtulmalıyız!
Obez olan bir kişinin sağlıklı yaşama dönme isteği ile ilgili karar sürecinin çok zorlayıcı olduğunu duydum. Kişi kendini fiziksel olarak hazır hissedebilir fakat ruhsal olarak da hazırlanmalı diye düşünüyorum.

Haklısınız. İlk önce bilinçteki obeziteyi (Ruhsal obezite) çözmemiz gerekiyor. Beden yağ ile dolmuş olabilir ama ruhunuz yalan, kin, nefret, kıskançlık, öfke, hiddet ve özellikle diğer kulların hakkını yemeyle dolup, obez olmuşsa kesinlikle sağlıklı olamazsınız. Önce ruhsal obeziteden kurtulmak gerekiyor. Çünkü ruh ve beden paralel olarak hareket eder. 2012’de kıyamet olacak diyorlar. Öyle bir şey kesinlikle olmayacak. En büyük kıyamet bilinçlerde olacak. Bilinçler kırılacak ve yeni bir döneme geçeceğiz. İnsanoğlu idrak edene kadar, doğa bize gittikçe artan sertlikte mesajlar verecek. Yani o kadar şiştik ki! Sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da inanılmaz şiştik. 

Bir kişinin obez olmasının DNA’ları ile ilgisi var mı?

Biz nesiller nesili yanlış beslenerek, hatalı alışkanlıklara sahip olarak, birkaç nesilde DNA’larımızı da bozuyoruz. Sizin anne babanız ve onların anne babalarının, hatalı beslenmeleri, hareketsizlikleri, hastalıklarları yani her şey ama her şeyleri sizin DNA’larınıza konumlanıyor. Müthiş bir mikrochip söz konusu. Anneninizin ve babanızın ayrı ayrı nesiller boyu yaşadığı hafıza arşiv bilgileri bir karışım halinde sarmanlanıp, yeni bir format atılıyor ve “siz” oluyorsunuz. İşte o anda sizin tüm özellikleriniz belirleniliyor. Burada ilk neslin ve ondan önceki yedi nesilin DNA’ları çok önemli. Eğer o yedi nesil sağlam yaşadıysa, organik beslendiyse, iyi spor yaptıysa, temiz hava soluduysa size iyi bir gelecek miras bırakıyorlar. Onlar ölüyorlar ama aslında ölmüyorlar. Format değiştirip, siz olarak üreyip devam ediyorlar. Sizler aslında biraz babaannenizsiniz, biraz dedenizsiniz, biraz anneniz ve babanızsınız. Siz aslında onların süzülmüş bir harmanısınız. Burada ise, eğer siz de sağlıklı bir şekilde dünya üzerinde neslinizin devam etmesini istiyorsanız torunlarınız için sağlıklı yaşayacaksınız. 

Kimi kişiler istediğinde kilo verebiliyorlar. Fakat bazı kişiler kilo vermeyi çok isterken veremiyor. Genelde bu kişilerin ailesinde de kilo problemi var. İşte “Benim annem de kilolu, babam da kilolu” diyorlar. Böyle bir etken var mı?
Şimdi her şey bir enerji alışverişi. Sizin kendi içinizden ürettiğiniz bir enerjiniz var. Bu virüs bulaşmış hatalı bir metabolizma olabilir. Egzersiz yapın. Yeşil çay için. Akşam geç yemek yemeyin. Kızartmadan uzak durun. Yemekleri yavaş yavaş, uzun uzun çiğneyerek yiyin. Gerektiğinde doğal bitkisel destekler alın. Bolca zencefil, zerdeçal, biberiye, kekik ve tarçın tüketin. Uzun süre aç kalıp da hiçbir öğünde kan şekerinizi düşürmeyin. Beyaz un ve beyaz şekerden uzak durun. Tam tahıl ve çavdar ekmeği tüketin. Bolca sivribiber ve maydanoz yiyin. Aynı zamanda yasemin, mate, ıhlamur ve kekik çayı için. Ödem sökmek için kiraz sapı, mısır püskülü ve maydanozu kaynatıp için. İşte bunları yapan bir kişi obeziteye karşı gayet de güzel başarılı olur.

Evren Düşünceyi Değil, Eylemi Değerlendirir ve Mazeretler Sonucu Değiştirmez!
İki rol model seçilebilir. Birincisi zavallı ve kurban rolüdür. “Benim genetiğim böyle. Çalışıyorum zamanım yok. İstanbul’da olmuyor çok stresliyim” gibi mazeretler sonucu hiç değiştirmez. Örneğin; ben kişiyi vücut analiz cihazına soktum ve diyelim ki kişinin yağ oranı olması gerekenden fazla çıktı. Ben makinaya “Sevgili makinam, lütfen bir beş kilo atıver, yapacaktı ama mazeretleri var” şeklinde sabaha kadar konuşayım, makina yine de sonuca bakar. Kişiler ya zavallı rolünü seçerler ya da kader yazılım programındaki cüzzi irade kısmını maksimum performansta kullanıp, üzerine düşeni en verimli şekilde yaparlar. Evren mazeretlere değil, eyleme reaksiyon verir. Bu kadar basit. Eğer sürekli olarak içinizde vesvese var ve bunun sonucunda kendinize iyi bakmıyorsanız, o zaman dikkat! Kader yazılım programınızda kesin ve net olarak programlanmış, sert bir sağlık deneyimini yaşamaya doğru gidiyorsunuz. Kalp krizi, beyin kanaması, kanser, felç, şeker hastalığı vs. O zaman tekrar tekrar dikkat. Derhal meditasyon, reiki, dua, namaz, ibadet, NLP gibi çalışmalarla bu enerjiyi pozitife çevirmemiz gerekiyor. Sonra Allah’a şu duayı edin; “Allahım, ben kendime iyi bakamıyorum. Kendimi yeterince sevip, kendimle ilginemiyorum. Bedenimi temizleyemiyorum. Buna benim kul olarak iradem yetmiyor. Bana heves ver. Benim iyi organize olmama yardımcı ol. İyi doktorlara, iyi şifa kaynaklarına ulaşmamı bana nasip et. Ben iyi olmak istiyorum. Bu bedeni senden emanet aldım. Bu bedene eziyet etmek istemiyorum. Bunun için bana yürüyebilme, spor yapabilme hevesini ver. Bana sağlıklı yiyecekleri almak için maddi imkanı ver.” En büyük güç dua etmek. Bol bol dua edin. Asla zavallı rolünü oynamayın.
Son olarak, sağlıklı bir yaşam sürmeye karar verip diyet yapmaya başlayan bir kişinin başlangıçta çok sıkıntı çektiğini biliyoruz. Bu sıkıntılı süreçte neler yapılması gerekiyor?
İlk önce bir hekime başvurarak kan tahlili yaptırmak gerekiyor. Bu arada bazen biz klinikte, gıda tolerans testlerini veya yanak mukozasından yapılan metabolizma tahlil testlerini de yapabiliyoruz. Yani yanak mukozasından bir sürüntü alınıyor ve 20 gün içerisinde sizin metabolizma tipiniz ortaya çıkıyor. Mesela bazısının ağır egzersiz yapması gerekiyor, bazısının karbonhidratı kesmemesi gerekiyor, bazısının ise yağı kesmesi gerekiyor. İşte bunu saptıyoruz. Burada gerçekten iyi sonuçlar alıyoruz. Ama yine tekrarlıyorum; ilk önce ruhsal obeziteden kurtulacağız.